Ben size kiminle yattığınızı soruyor muyum?

Doğru ve aksansız Türkçe konuşan birine, yabancı bir isim taşıdığı için hayretler içinde yöneltilen sorular, bazen o kişiyi durup dururken savunma yapmak durumunda bırakır. Kişi, ismiyle özdeşleşen toplumun, kimliğin, geçmişin günahlarını ve sevaplarını savunmanın ötesinde, mahremiyet hakkını savunur. Klinik psikolog Yudit Namer’le mahremiyet hakkı, savunma mekanizmaları ve isimlerimiz üzerine söyleştik.

Adınızın anlamı nedir?

İbranicede Yudit ‘Tanrı’nın övdüğü kul’, ‘Namer ise ‘kaplan’ demek. Birleştirince, ‘Tanrı’nın övdüğü kaplan’ oluyor. Epey kuvvetli bir adım ve soyadım var yani...

Önadınız nasıl konmuş?

Ben bizimkilerin Türkiye’den İsrail’e taşındıkları dönemde doğmuşum. Annem orada bu adı duymuş ve beğenmiş. Ne anlama geldiğini bilmeden, sadece sesini beğenip koymuşlar. Türkiye’de hiç duymadıkları bir ad bu, sonradan öğrenmişler anlamını. Asıl sebep, oralı olma çabası... Çocuklarını orada büyüteceklerini düşünmüş, “Buralı oluruz” demişler ama öyle olmamış.

Böyle olmaması sizin hayatınıza nasıl yansıdı? Yudit adını taşımak Türkiye’de size neler yaşatıyor?

Hiçbir zaman Türk gibi görünme şansım olmuyor. Türkiye’de bir çocuğa Türkçe ad vermenin böyle bir avantajı var; çocuk istediği kimliği, istediği noktada aktive edebiliyor. Oysa siz çocuğa, onun kimliğini çok öne çıkaran bir isim verdiğiniz zaman, çocuk o kimlikten kaçmak ya da o kimliği saklamak gibi bir şansa sahip olamıyor. Ben de Yahudi kimliğiyle yaşamak durumunda kalıyorum. Bu, benim önümden yürüyen bir şey oluyor. Bana adım hakkında mütemadiyen soru soruluyor – anlamı, nece olduğu, neden bu adı taşıdığım... Türkçeyi nerede öğrendiğim ve ne kadardır bildiğim de soruluyor. Okula başladığımdan beri, İsrail Konsolosluğu dışında her yerde bu sorularla karşılaşıyorum.

Nasıl yanıtlar veriyorsunuz?

Nerede olduğuma ve soruyu soranın kim olduğuna göre değişiyor. Bazen çok eğleniyorum, özellikle “Türkçen çok iyi, nerede öğrendin?” sorusu sorulduğunda. Diyorum ki, “İşte, 30 sene oldu”, “30 senedir öğrenmeye çalışıyorum.” Bazen çeşitli ülkeler sıralıyorum, “Şuralıyım”, “Buralıyım” diyorum, çünkü sürekli olarak buralı olmadığına dair bir yansıtmayla baş etmek bir noktadan sonra çok zor oluyor. Ben de, her azınlık gibi, mizah şeklindeki savunma mekanizmasını başlatıyorum.

Neden ‘savunmak’ durumunda kalıyoruz? İnsanlar bunu neden bu kadar merak ediyorlar?

Çoğunluk, azınlığın hayatını istediği zaman istediği kadar karıştırabileceğini sanıyor bazen. Azınlıklar, hayvanat bahçesinde çoğunluğun zevki için sergilenmiş nesneler gibi görülebiliyor. Fakat bunun, şundan farkı yok aslında: Ben psikoterapist olarak LBGT bireylerle çalışıyorum. Bunu duyan insanların ilk sorduğu soru “Lezbiyen misiniz?” oluyor. Ben de diyorum ki, “Ben size kiminle yattığınızı soruyor muyum? Daha tanışmıyoruz!” Ben seni tanımıyorum, ben sana kimliğinle ilgili ne sordum da sen hemen bana benim kimliğimle ilgili soru sorabiliyorsun? Çoğunluğun kendine bunu hak olarak gördüğünü düşünüyorum. “Azınlıksan mahrem hakkın yoktur” gibi görüldüğünü düşünüyorum.

‘Mahremiyete saldırı’nın meslek hayatınıza yansımaları oldu mu?

Türkiye’de psikoloji Yahudilerin çok olduğu bir alan. Bu yüzden bunun bana avantaj bile sağladığını söyleyebilirim. Diğer mesleklerle kıyaslayınca, Türkiye’de çok fazla psikoterapist, psikanalist ve klinik psikolog olan Yahudi var. Bu da tabii, bir başka inceleme konusu. Mesleki açıdan bir sıkıntı olmuyor, fakat üniversitede ders vermeye başladığım zaman, öğrenciler beni tanımıyorsa ve dersi kimin vereceğini daha önce programlarında görmedilerse, Türkçe bilmediğimi varsayıp acayip bir paniğe kapılıyorlar. Derste Türkçe soru soramayacaklarını düşünüyorlar. Bu yüzden, başlangıçta korktukları bir figür oluyorum. Türkçe konuşmaya başladığımda hepsinin yüzünde ciddi bir rahatlama görüyorum.

Bu deneyimlere sahip ve bu mesele üzerine düşünmüş biri olarak, çocuğunuza böyle bir isim verdiniz mi, verir miydiniz?

Bir çocuğa isim vermek, annenin ve babanın nasıl bir durumda çocuk sahibi olduğuyla çok alakalı. Çünkü aslında, isim dediğin şey, annenin ve babanın sana yaptığı bir yükleme. Senden tüm beklentileri, kendi hayatlarından beklentileri senin isminde kristalize oluyor. İsmin Umut gibi, Özlem gibi, yaşama dair bir sıfatsa, annenin ve babanın o zamanki ruh halini yansıtan bir isimle hayat boyu devam ediyorsun. Kimileri gelecekten beklentilerine dair isimler koyuyor, kimileri bir kayba dair isim seçiyor; örneğin anne önceden bir çocuk kaybı yaşamışsa onu yansıtan bir isim seçebiliyor. Ebeveynler, kendi travmalarını yansıtan isimler koyabiliyorlar çocuklarına. O acıları değişsin, dönüşsün diye yapıyorlar bunu. Bazıları tarihteki önemli figürlerin isimlerini verip, “Benim çocuğum da böyle olsun” diye düşünüyor. “Çocuğum benim ideolojik devamlılığım olsun” diye düşünenler de var; mesela solcuysa, “Çocuğumun adını Mahir koyarsam sağcı olmaz” diyebiliyor. Benim çocuğum yok ama ara ara düşünüyorum, çocuğum olsa nasıl bir isim verirdim diye. Kimliğini inkâr etmek ile, ne kadar parçası olduğunu bilmediğin ve ne kadar giydiğini kestiremediğin bir kimliğe sadık kalmak arasında yapılan bir zorlama bu. Bu yüzden, sanırım, hiç parçası olmadığım bir kimliğe ait bir isim verebilirdim. Mesela Fransızca bir isim... Sonra çocuk ne istiyorsa onu yapsın. Çocukken ben kendi ismimden hiç memnun değildim, çok dalga geçildiği için çok mutsuzdum. Zaten çekingen de bir çocuktum. İsmim çekingenliğimi artırmış olabilir veya belki o çekingenlik buradan kaynaklanıyordur. Fakat bir yandan da, kimliğimin hep açık olması bana bir dayanıklılık ve asilik verdi. O nedenle şu anda ismimden memnunum ama çocukken “İsmini seviyor musun?” deseler, “Hayır, ben de dümdüz, süper Türk bir isim istiyorum. Benim adım da Merve olsun” derdim.

Kategoriler

Toplum

Etiketler

İsimler Hikayeler


Yazar Hakkında