Hocam Seropyan

FATMA MÜGE GÖÇEK

Biz dahil hiç kimse bu kadar iyi arkadaş olacağımızı tahmin etmemişti.

Baron Seropyan’la ilk 2001 yazında, Osmanlı ve Türk tarihinde Ermenilere yönelik inkarın şiddeti üzerine bir kitap hazırlamaya başladığımda tanıştım. O zamana kadar pek çok İstanbullu gibi ben de hayatımda Doğu Anadolu’ya gitmemiştim; ancak kitabı yazarken, en azından Ermenilerin binlerce senelik anavatanını ziyaret etmem gerektiğine karar verdim. Ayrıca ailemin bir kolu Eğin’in Başpınar (Başvartenik) köyündendi ve bu arada kendi köklerimi de öğrenmek istiyordum. Zira bu konuyla ilgili konuşma verdiğimde, hem Ermeni hem de Türk milliyetçileri Ermeni olduğumu iddia ediyordu; Türkler kanımın bozuk olduğu kanısındaydılar Ermeniler ise kanımın Ermeni kanıyla medenileşmiş olduğunu iddia ediyorlardı.  

Sevgili Hrant Dink’i benimle doğuya seyahat etmesi için ikna etmeye çalışırken, kendisinin çok meşgul olduğunu, ancak Baron Seropyan’ın ilgilenebileceğini söyledi. Zira Ermeni Soykırımı sırasında, babalarının askeri doktorluk yaptığı Gümüşhane’den haksızca sürülen Baron’un anne ve dayısı uzunca bir süre Eğin’de kalmışlardı. Anadolu’yu köşe bucak çok iyi bildiği halde, Baron’un henüz Eğin’i görme fırsatı olmamıştı. Benimle gelmeyi kabul ettiğinde çok sevindim.

Baron Seropyan’la seyahat ettiğimde ilk öğrendiğim ders, hükümran olanların sadece tarihi yazmakla kalmayıp, aynı zamanda yeniklerin tarihlerini de nasıl yok ettiğini gözlemlemek oldu. Büyük dedem çocuklarının eğitimi için köyünü terk edip İstanbul’a neredeyse yüz sene önce 1903’te gittiği halde, köyde doğduğu ev, gittiği mektep, ailesinin yaptırdığı çeşme ve camiye verdikleri büyük pirinç mumluklar olduğu gibi duruyordu. Köy halkı ailemi hatırlamakla kalmadı, kuru dut ikram edip, beni en azından yazları orada onlarla yaşamam için ikna etmeye de çalıştı. Anlaşılan oraya on altıncı yüzyılda Kafkaslardan göçen Türkmen boylarındandık.

Oradan sonra, Baron Seropyan’ın geçmişini görmeye, yine takriben yüz yıl önce nüfusunun neredeyse yarısının Ermeni olduğu Eğin’e gittik. Ama Eğin’de tek bir Ermeni olarak tanımlanan işaret yoktu, şehir çöplüğündeki bir kırık haçkar (mezar taşı) dışında. Kilise gazino olmuştu, papazın eviyse müze… Ermeniler sadece sürgünle yok edilmemiş, arkalarından orada yaşadıklarına dair her iz Türk milliyetçiliğinin dayanılmaz ağırlığıyla sistematik bir şekilde yok edilmişti. Dolayısıyla ben dönüp kendi tarihime kesintisiz erişirken, Baron Seropyan geçmişini sadece gürül gürül akan nehre, ceviz ağaçlarına bakarak hatırlamaya çalıştı; kendini nehre atıp intihar eden teyzeyi, ağaçlardan ceviz ve dut toplayarak yaşamaya çalışan aileyi anımsadı. Ancak aramızdaki bu farkı ne ben ne o dile getirdik; sadece gözlemlediklerimiz anlamamıza yetti.

İşte inanılmaz eğitimim böyle başladı. Bu ilk geziden sonra 2006 yazına kadar her yaz, ben, Baron Seropyan ve bir minibüs dolu arkadaşımız Anadolu’da bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı başka bir köşeye gittik. Baron bana nasıl iz sürerek yok edilmeye çalışılmış Ermeni medeniyetinin parçalarını bulabileceğimi, özellikle Ermeni taşçılığı, demir ve tahta işçiliğini nasıl tespit edebileceğimi dikkatle örnekler vererek öğretti. Bu sürede çoğunlukla ya camiye ya ahıra çevrilmiş kilise ve diğer yıkık harabeleri, taş tezyinatı hunharca kırılmış çeşmeleri birer birer resimleyip, böylece hiç olmazsa Ermeni tarihinin bir parçasını elimizden geldiğince yaşatmaya çalıştık. Baron Seropyan’ın kendi ana topraklarını ve onların üstünde bir şekilde kalabilmiş her işareti nasıl ve ne kadar coşkuyla sevdiğini o zaman görüp anladım. Kendisi bir ansiklopedi hazırlar gibi, nerede hangi köyde hangi Ermeni kalıntısının olduğunu saptamakla kalmayıp, onların seneden seneye yok olup olmayacaklarını da kış boyunca kendine dert ederdi. Beni en etkileyen, bir keresinde bir kilise kalıntısını ziyaretimizde “çok şükür yıkılmamış; bu kış rüyamda duvarının çatladığını görüp çok üzülmüştüm” demesi olmuştu.

Anadolu’da parçalanmış Ermeni geçmişinin her bulduğumuz işareti onu canlandırır, heyecanlandırır, keyiflendirirdi. Hiç unutmuyorum, bir seferinde üzerinde bir sürü ineğin otladığı eski bir Ermeni yerleşimine gitmiş, toprak üstünde çok eski olduğunu kolaylıkla anladığımız motifli çanak çömlek parçaları bulmaya başlamıştık. Ben, çantamı bir yana ceketimi öbür yana savurmuş, harıl harıl parça arıyordum. Bir süre sonra, minibüsten iyice uzaklaştığımızda, Baron Seropyan bana uzakta kalan ceketimle çantamı kaybedeceğimi söyledi. Ben, “Onlar umurumda değil, bunlar çok daha değerli” diye cevap verince, bana en büyük iltifatını o zaman yaptı: “Ben kendimi deli zannederdim, sen benden de deli çıktın!” Bu arada topladığımız bütün parçaları da depoda bir köşeye atılacağını bile bile yerel müzeye verdiğimizi de belirteyim.

Bu yok edilmeye çalışılan parçalanmış Ermeni tarihinin somut kalıntılarını en azından resimleyip var etme çabalarımız eğitimimin sadece bir parçasıydı. Minibüste bir yerden diğerine giderken Baron Seropyan çevrenin tarihini, Ermeni mitolojisini, kral ve kraliçeleri binlerce yıl geriye giderek anlatır, böylece sanal olarak da geçmişi en azından minibüste hayal etmemizi sağlardı. Hiç unutmam, bir keresinde dışarıda göl kenarında bir kuş görmüştük; Baron bize o kuşun mitolojideki yerinden başlayarak, nasıl ortaçağlarda bir din adamı tarafından gravürünün çizildiğini, daha sonra ne zaman nerede nasıl resmedildiğini gayet detaylı anlatmıştı.

Ancak seyahatlerimizde sürekli ciddi konularla uğraştığımız sanılmasın. Baron’un gayet geniş bir fıkra dağarcığı da vardı. Fıkralar ve kahkahalar birbirini takip eder, yolda ağaçlardan kayısı yeme molaları verir, diğer zamanlar da müzik dinleyip keyfederdik. Yemekler ise başlı başına bir olaydı. Baron her yörenin nelerinin meşhur olduğunu çok iyi bildiğinden, kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerinde o zamana kadar hiç bilmediğim lezzette balıklar, kebaplar, çorbalar, özellikle de peynir, reçel ve pideler yeme fırsatı buldum.

2006 yazında beşinci yılımızı Van’da kutladık. İstanbul’a döndüğümüzde Baron beni ve çocuklarımı Kınalı’daki evine davet etti, zarif eşi ve kızıyla çok güzel vakit geçirdik. Hiçbirimiz bu senenin son yolculuğumuz olacağını bilmiyorduk. 2007 Ocağında Hrant Dink hunharca katledildiğini öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm; ilk defa insanın yüreğinin yanmasının ne olduğunu o zaman anladım. Türkiye, en kıymetli değerlerinden birini zalimce yok ederek kalbimi kırmıştı. Türkiye’ye ancak bir süre sonra kısa sürelerle gelmeyi kaldırabildim. Yine de her gelişimde Baron’u Agos’ta ziyaret eder, oturur konuşur, geçirdiğimiz maceraları anar gülerdik. Ayrıca bizim yolculuklarımızın akabinde, kendisinin başkalarıyla da Anadolu’ya gidip onları da eğitmeye devam ettiğini görmek beni çok sevindirirdi.  

Sevgili yol arkadaşımı kaybetmenin acısıyla bu satırları yazmaya oturduğumda, onun bana verdiği hayat dersini daha da net algıladım. Biz öğretim üyeleri araştırmamız gereken bilgilerin hepsinin akademik kitaplarda olduğu varsayımından yola çıkarız. Baron Seropyan bana, yaşanmışın katılmadığı akademik bilginin yetersiz kalabileceğini gösterdi; bu bilgi ancak yaşamla, tecrübeyle birleşince canlanıp zenginleşiyor. Nitekim Anadolu topraklarındaki parçalanmış Ermeni geçmişini her yaz taş toprak iz sürerek bir nebze daha iyi anladıkça, Türkiye’de Ermenilere yönelik şiddetin ve özellikle de o şiddetin inkarının ne kadar çok yönlü, ne kadar uzun süreyle yıkıcı ve yok edici olduğunu bizzat gördüm.

Benim için bu yazının en zor tarafı bitirmesi olacak. Sanki bitirince Baron Seropyan’la birlikte tekrar yaratmaya, tekrar yaşamaya çalıştığımız o çok kültürlü, hoşgörü dolu mekan da yok olacakmış gibi geliyor, üzülüyorum. Ancak yine de biliyorum ki bundan sonra her gördüğüm haçkar, işlenmiş demir kilit, her yediğim otlu peynir, her ziyaret ettiğim tarihi eserle Baron Seropyan’ı hatırlayacak, minnetle anacak, sürekli nur içinde olmasını dileyeceğim. Ölümler ve acılarla dolu bir geçmişe rağmen küskün ve nefret dolu kalmayıp, tam aksine büyük bir olgunluk ve bilgelikle çevresindekilere insanca yaşamanın nasıl olacağını öğretmenin mümkün olamayacağı karamsarlığına kapılınca, aklıma o gelecek, kendi kendime gülümseyeceğim.

Gülümseme deyince, Baron Seropyan bu yazıma biraz da olsun mizah katmazsam bana kızardı, biliyorum. “Nedir bu üzüntü yahu, dünyanın sonu gelmedi ya!” derdi, eminim. Onun için hemen belirteyim. Anadolu’daki eski Ermeni kiliselerine Gürcülerin sahip çıkması Baron’u çok kızdırırdı ve ben de her binaya yaklaştığımızda “bu bina Gürcü olmasın sakın?” diye ona takılırdım. Söz veriyorum Baron, bundan sonra tam tersine, her Gürcü olduğu iddia edilen binaya büyük bir şüpheyle yaklaşacak, hemen aslında Ermeni olabileceği olasılığını belirteceğim, merak etme! Sen nur içinde yat, o çok sevdiğin topraklarında esen rüzgarda, yetişen ağaçta, akan nehirde var olmaya devam et, olur mu?