BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

600. yazı - El sürçmesi - Marcel

Söz etmek istediğim üç konu tek başlık altında da toplanabilirdi ama üçü de ayrı bir başlığı hak ediyor. Her birini yazdım, sırayla deşeceğim. Bir kere, bugüne kadar hiç ara vermeden, aynı köşede 600 yazı yazmış olmak benim için önemli, ve yüz yazıda bir, kendimce bir hoşluk yapmak, yazıyı birine veya bir şeye adamak gibi bir alışkanlık edinmişim. Amatörlükten kurtulamamaktır belki ama memnunum. Bu yıl hiçbir şeylere adayasım yok, ortam malum. Belirtmekle yetineceğim.

Gelelim ‘el sürçmesi’ne. Bu, konuşmadaki dil sürçmesinin, yazarkenki hali. Ben uydurdum. Bazen aklın başka şey söyler, elin başka şey yazıverir, kendi belleği vardır onun. Hani enstrüman çalanlar, mesela piyano diyelim, uzun zaman çalmadıkları bir parçanın notalarını unutmuş olsalar da, ellerini tuşlara değdirince, parmaklar hatırlar ve şakır şakır çalmaya başlarlar ya, öyle. Beyin silse de, el hatırlar, burun, kulak, beden hatırlar...

Geçen haftaki yazımda, Başbakan’ın malum olaylarla ilgili birtakım mesnetsiz laflar ettiğinden söz ederken, Cumhurbaşkanı’nın nasıl akıllılık edip suskun kaldığını ve yalnızca Ankara’nın başkent oluşundan konuştuğunu yazmışım. Daha doğrusu, yazmak istemişim ama elim kendiliğinden ‘Başbakan’ yazıvermiş. Göndermeden önce defalarca okudum, yıllardır, iki eli kanda olsa ilk okuyucum olmayı bir kez bile ihmal etmeyen Serda okudu, editörümüz okudu, bir tuhaflık olduğu fark edilmedi. Ancak gazete çıktığında fark ettim. Öyle şaşırdım ki... Birinin söylediğini diğerine nasıl yazabilmişim? Kimsenin bu hatayı fark etmemiş olmasına ise büsbütün şaşırdım. Sonra düşündüm; hadi, el belleğim, o kadar uzun süre başbakan olan birini, artık cumhurbaşkanı olarak kabul etmeyi sindirememiş olabilir de, okuyanlar... Haa anladım, adam hâlâ başbakan gibi davranıyor da ondan kimse yadırgamadı galiba. Evet. Sanırım, burası tam bu konuyu fazla dallandırmadan kesme yeri. Kestim.

Üçüncü konum daha hafif; Edith Piaf ve Marcel. Herhalde duydunuz, Yerevan Devlet Gençlik Tiyatrosu, Türkiye’nin ilk feminist tiyatro topluluğu Boyalı Kuş’un davetlisi olarak İstanbul’daydı ve de Edith Piaf’ın 100. yaşı için Marcel adında, Piaf’ın şarkıları eşliğinde sunulan, tek kişilik bir performans sergiledi. Devlet Gençlik Tiyatrosu’nun genel sanat yönetmeni Hagop Ğazançyan’ın rejisiyle, Maryam Ğazançyan, canlı seslendirdiği Piaf şarkılarıyla, onun, sevgilisi Marcel Cerdan’ı kaybettikten sonraki ruh durumunu oynadı. İlginçti. Detaylar herhalde haber olarak vardır, girmeyeceğim. Hatta beğenip beğenmediğimi de söylemeyeceğim. Zaten son gece tüm ekiple, samimi bir yemek yedik, hepsiyle dost olduk, pek seviştik, ve beğenmesem de söylemek gelmez içimden –ki yetersiz buldum– ama ne yazık ilk gününde izledim. İkinci günü daha iyiymiş. Bir de nelerle karşılaştıklarını öğrendim tabii. Öyle ki, organizasyonu fena şekilde eleştireceğim.

Buna resmen, kılıfını hazırlamadan minare çalmak denir. Adamlar 6x6 bir sahne istemişler. İçine düştükleri sahne 9x16. Oyun küçük bir sahnede, yakın plandan izlenmesi gereken bir oyun. Ona göre fon perdesi, ip merdiven, yüzeyi dönen bir masa gibi aksesuarları var ve getirmişler. En önemli aksesuar bir piyano; eh, onu nasıl getirsinler? Ama bulmak kolay mı? Burada çatır çatır parasını bastırmadın mı, su duvardan yukarı çıkar. Neyse, son anda Getronagan Derneği’nden bir piyano temin edilmiş. Arkasında gölge oyunu olan fon perdesi ne olacak? Kent’in sahne yüksekliği altı metre var. Son anda bir bez ayarlanıyor, buruş buruş, eciş bücüş. Oyunun sonunda, Piaf, arkadan aydınlatılan perdenin arkasındaki, Eiffel’i temsil eden ip merdivene tırmanarak yok olacak, yani sonsuzluğa karışacak. Fikir güzel. Ama o saçma sapan perdenin arkasında, yere sabitlenmesine izin verilmediği için sallanıp duran ipe tırmanmaya çalışan garibim kızın bedeninin gölgesi hilkat garibesine döndü.

Üç adımlık koreografiyi on üç adımda tamamlamak zorunda kalmak ve her an düşecekmiş gibi duran ilkel bir kafa mikrofonunu idare etmek, çalışmayan bir kulaklıkla müziği takip etmek nasıl bir zorluktur, tahmin edin. Fransızca bilmeden ezberlediği sözleri kaçırmaz mı şimdi bu kız? Oyunun bittiği belli olmadı. Kimse ne yapacağını bilemedi. Bir kısmı gitti, derken bir konuşmacı çıktı, neler saçmaladığını anlatmayayım artık. Finalde en büyük alkışı Sona Menteşe aldı ki en çok hak edendi bence. O olmasaydı bu işin altından kimse kalkamazdı. Ha, en sonunda bir de 100. yıl pastası geldi. Kesip yemek için tüm tiyatro emekçileri sahneye davet edildi. Çıkar mıyım hiç? Uzatmayayım, ilk gün böyleydi işte. Ama ikinci gün, zorlukları bilerek daha iyi bir gösteri sunmuşlar. Ne diyeyim... Önemli olan Yerevan’dan bir ekibin İstanbul’a gelmesiydi deyip bitirivereyim.