‘Koyu Derin Bir Karanlık’: Siyahin imkân yaratan coğrafyası

‘Dark Deep Darkness and Splendor’ (Koyu Derin Karanlık ve Görkem) serginin küratörleri Károly Aliotti ve Nilüfer Şaşmazer, küratöryal pratiklerini ve sergiyi anlattı.

Küratörlüğünü Károly Aliotti ve Nilüfer Şaşmazer’in üstlendiği ‘Dark Deep Darkness and Splendor’ (Koyu Derin Karanlık ve Görkem) başlıklı sergi 27 Nisan’da Galerist’te açıldı. Farklı alanlardan 19 sanatçının işlerini bir araya getiren grup sergisinin odak noktası, siyah ve karanlık. 

Bu sergi özelinde siyah, bir renge ya da kötümser bir hale değil, aksine bu rengin beraberinde getirdiği çok katmanlı anlam dünyasına tekabül ediyor. Kozmos, toprak, melankoli gibi kavramlar etrafında oluşturulan seçki, siyahın müphem ve yok edici tarafından çok, doğurgan ve dingin yanıyla ilişkili. Adını David Lynch’in taş baskı eserinden alan ‘Dark Deep Darkness and Splendor’ karanlık ve melankoliyi derhal kurtulmamız gereken bir hal olarak almak yerine bizi onun içinde dolanmaya ve siyahın imkân yaratan coğrafyasını keşfetmeye çağırıyor. 

10 Haziran’a kadar pazartesi hariç her gün 11.00-19.00 arasında ziyaret edilebilecek olan serginin küratörleri Károly Aliotti ve Nilüfer Şaşmazer’le küratöryal pratikleri ve sergi üzerine konuştuk.

Siyah ve karanlık üzerine bir sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Bu iş için birlikte çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Károly Aliotti: Bazı şeyler üst üste gelir. Düşünün ki, bir sene evveline kadar ben siyahı hiç sevmeyen biriydim. Sergideki ‘Mübin Orhon’ resmini yıllar önce Galeri Nev’de bir koleksiyonere gösterdiğimde, “Aa, bu ne böyle, kapkara” demişti; açıkçası bu tepki beni kızdırmıştı. Siyaha karşı bu önyargı neden? Bir süre kafamı kurcaladı bu durum, bunun üzerine okumalar yapmaya başladım. Siyahın sembolizmi, sanat, edebiyat, felsefedeki yeri derken, Nilüfer’le bu konuda paslaşmaya başladık. 

Nilüfer Şaşmazer: Geçen bahar, o dönem Tony Ventura’nın koleksiyonundan yaptığımız seçkinin sergisine hazırlanırken Károly bana Federico Garcia Lorca’nın ‘duende’ kavramını anlattığı kitabını verdi. Kitapta bahsedilen o içsel karanlık güç, kara safrayı dökme imgeleri aklımıza takıldı, sanatçıların işlerine, bazen dinlediğimiz müziklere bile o açıdan bakar olduk. Örneğin Nermin Er’in senelerdir yaptığı titiz, tertemiz, bembeyaz işlerinin ardından Contemporary Istanbul’da mürekkebi kâğıda neredeyse fırlattığı işlerini görünce heyecanlandık; Ahmet Doğu İpek zaten geçen Temmuz’dan beri mürekkebi akıtarak yaptığı Günler serisine devam ediyordu, üzerine konuşuyorduk; Károly’nin bahsettiği Mübin Orhon baştan beri aklımızdaydı. Biz de bir şekilde bu işleri ortak bir zeminde kurgulamaya başladık.

K.A.: Bu duygu evrensel olduğu için, farklı zaman ve mekânlarda üretilmiş işler karşımıza çıktı. Sergide Nejad Devrim ve Fahrelnissa Zeid gibi tecrübli isimlerin işleri de var, 30’larında sanatçıların işleri de. Londra’dan Amerika’ya, Japonya’ya da gitseniz, sanata dair ortak bir kaygı bu. Kullanılan malzeme anlamında da kısıtlama yok.

Sergide dikkatimi çeken temel şey, siyahın bir renk ya da renksizlikten çok bir fikre, bir anlam dünyasına tekabül ediyor oluşu. Seçkiyi yaparken nelere dikkat ettiniz?

N.Ş.: Sergideki siyah ya da karanlık, dediğin gibi, bir anlam dünyasına işaret ediyor. Bu bakımdan sergide rengi siyah olmayan bir iş bile kendine yer bulabilirdi bence, ama tesadüfen olmadı. Bu anlam dünyasının temel taşları ise ‘duende’ ve karanlıktı. Bu temalar zamanla daha da genişleyerek doğurgan bir güç olarak uzay/kozmos, bunun dünya ölçeğindeki karşılığı olarak toprak/yeryüzü ve daha da mikro ölçekte bakıldığında insanın içi, kalbi olmak üzere üç düzleme ayrıldı. Her bir düzlem bizim kurduğumuz bağlamda doğurganlıkla ilişkileniyor; bir yıldızın doğuşu, toprağın verdiği bir ürün ya da sanatsal yaratı, o karanlık gücün meyveleri. Seçkideki işler de bu üç grupta ya da bunların kesişen kümelerinde yer alıyor. Zeid’in kozmosu hatırlatan baskıları, Alev Ebüzziya’nın toprakla ilişkilenen çanağı, Aslı Çavuşoğlu’nun yeraltını hatırlatan obsidyen işleri, bizim için birbirine görünmez bir bağla bağlı üretimler.

K.A.: Bu sergiyi kurgulamak üzerine yola çıktığımızda siyaha ve onun matemden ziyade güce dair algısına işaret etme düşüncesindeydik ama konuyu kurcaladıkça birçok katman çıktı karşımıza. Yola karanlık ve içe bakış fikri üzerinden devam etmeye yeltendik. Bu zamanla kendini tanımaya, kendi karanlığına inmeye, bunu yaratıcı bir güç olarak kullanmaya evrildi. David Lynch’in ‘Dark Deep Darkness’ adlı baskısını görünce de “İşte, söylemek istediğimiz her şeyi özetlemiş!” hissine kapıldık ve bu işi de dahil ettik. Zira bu baskıda bizim kurgumuza paralel olarak her yeri sarmalayan, koyu, derin bir karanlık ve görkemden bahsediliyor; bu karanlıkta yıldızlar, bir ağaç, bir ev, evin içinde bir adam beliriyor ve bu adam karanlığa uzandığında kendini görüyor.  

Sergiyi siyah ve karanlığın, çağrıştırdıkları ilk anlamları dışında görmeye bir davet olarak okudum. Bu yaklaşımın sergi dışında bir karşılığı var mı? Bu dönemde İstanbul’da siyah ve karanlık üzerine bir sergi yapmak sizin için ne anlama geliyor?

N.Ş.: Aslında serginin umut verebilmesi harika. Amaç umut vermek değildi ama bu serginin ölümün, yasın, dehşetin karanlığını hatırlatmasını istemedik, aksine olumlu ve bereketli bir karanlık maddeyi akla getirmesini umduk. Elbette son birkaç yıldır yaşadığımız acı verici, öfke, umutsuzluk, çaresizlik yaratan durumlardan etkilenmemek mümkün değil. Sergi de ister istemez böyle bir ortamda üretildi fakat bir şeyler üretmek, bu koşulları yaratanlara, karanlığın kendisine ve hatta kendimize ters köşe yapmak, bizi kuşatan kötülükten, eylemsizlikten kurtulmanın yollarından biri. 

K.A.: Bu konuyu sanırım bizden daha iyi özetleyen biri var, o da Shakespeare: “Şeytan siyahlarını giyip gelsin madem, ben de samur kürklerimi giyeceğim o zaman” diyor Hamlet. Samurların kürkü de siyah tabii ama burada güçlü bir sembolizm var: Şeytanın siyahına karşılık yaşam gücü. Sanatçılar da karanlığı alıp, dönüştürüp ortaya bir yaratı koyuyorlar, bu da bir nevi direniş eylemi. 

Serginin kavramsal çerçevesini oluşturan bir de kitabı var... 

N.Ş.: Bir sergi üretmek ile bir kitap üretmek arasında epey bir benzerlik var bana kalırsa. Kafanızda oluşturduğunuz fikirler, bunların bağlamının oturtulması ve onun bir mekân ya da nesne olarak ortaya çıkması, birbirine yakın süreçler. Diğer taraftan, her sergi yoğun bir emek ve düşünce süreciyle ortaya çıkıyor. Basın bültenleri elbette sergi bağlamları ve süreçlerine dair bilgi sunuyor ancak kimi zaman yeterli olamayabiliyor. O yüzden kimi sergileri gördükten sonra, keşke yayın çıkarmak bu kadar masraflı olmasa diye düşünüyorum, çünkü çok daha geniş bir düşünsel bir arkaplan söz konusu oluyor. Biz bu açıdan şanslıydık, galeri ve sergi sponsorunun desteğiyle, Okay Karadayılar’ın tasarımıyla, ortaya kalıcı, güzel bir kitap çıktı. Kitapta metin ve görselleri birbirinden ayırdık, çünkü eserlerin metindeki sırayı takip etmek yerine görsel olarak izlediği çizgiyi öne çıkarmak mantıklı geldi. Editörlüğünü Serra Yentürk’ün yaptığı metinde ise geçen yıldan beri düşündüklerimiz, sanatçıların işlerinin kurduğumuz bağlamda nereye oturduğu, okuduğumuz kitaplardan referanslar, bir de sürecin sonuna yaklaşırken karşımıza çıkan ve gerçekten neredeyse tüm anahtar kelimelerimizi içeren bir Baudelaire şiiri bir araya geldi. 

 K.A.: Bir sergi bağlamında hazırlanan bir kitap, her zaman onun devamı niteliğindedir. Sergiden çıktıktan sonra konu bitmemiştir, kitap eve döndüğünüzde o konuya daha derinlemesine girmenize vesile olmalıdır. Madem siyahı renkten öte, içsel bir dünyaya işaret eden bir kavram olarak sunmaya niyetlendik, o zaman bu serginin kitabı da “Bakın, bu sergide bunlar vardı” demekten öteye gitmeliydi. Bu sebeple tasarımda defter formunu esas aldık – insanların notlarını aldığı, sırlarını sakladığı, kendi dünyalarını kurdukları o küçük siyah defterler gibi... Metin ve görsel kısmı birbirinden ayrı tutmakta kararlıydık, zira bu duygu sözden öte bir yerde duruyor, halbuki metnin kavramsal kalma riski her zaman var. Bütün kitaplar elde dikildi, kapakların her biri tek tek elde buruşturuldu... Bu tekillik ve tekrar etmeme durumu üzerinden, röportajı Nilüfer’in başladığı noktada bitirmem gerekirse, Lorca’ya döneceğim: ‘Duende’ kavramında tekrar yoktur, içten gelen, anlık, kişisel bir dürtü, bir güçtür söz konusu olan. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi



Yazar Hakkında