Büyük romanlar ve çelişkiler

KEREM GÖRKEM  

Söz konusu roman türü olduğunda, ilkin, eleştirmen kimliğimin yarattığı onlarca süzgeçten biri, belki de en basiti, en bayağı olanı devreye girer. Yazılı çizili herhangi bir ölçütü olmamakla birlikte, iddia-hacim ekseninde gelip giden çarçabuk bir zihin pratiğidir bu. Öteki süzgeçler gibi ‘ya geçer ya kalır’ prensibine dayanmayan, öte yandan ilgili metnin süzgeci reddetme ihtimalini de içinde barındıran bu ayrıştırma çabasının öncelikli amacı, öteki süzgeçleri kullanılabilir ve uygulanabilir hale getirmektir. Buna göre bir roman, daha okunmadan, bizahati niceliğine ve eleştiri notları, tanıtım yazıları, söyleşiler ve arka kapak yazıları gibi metin-dışı bilgilere göre şu üç sınıftan birine kaydolunur: Büyük roman, orta roman ve küçük roman.

Günümüzün Türkçe ve yabancı dillerde kaleme alınmış metinlerini büyük roman olarak değerlendirmek artık pek kolay değil. Öyle ki, kısa süreli bir beyin fırtınası, Türkçe edebiyatta son iki yılın romanlarının küçük ve orta ölçekte metinler olduğunu gösterecektir. Yabancı edebiyatta da pek farklı olmayan bu durumu, tahmin ederim ki, roman ve öykü türlerinin giderek kuvvetlenen akrabalığına yormalı. Hal böyleyken, kitabevlerinin yeni çıkanlar rafında bir “büyük roman” ile rastlaştmak kimi okurun içinde aykırı bir heyecanı doğuruyor. Doğrusu, Jonathan Safran Foer’in on bir yıl aradan sonra yayımladığı romanı ‘Buradayım’, bu heyecanı kuvvetli biçimde körükledi ve yayımlanır yayımlanmaz edebiyat okurunun ilgisini kendine çekti. Bu yazı, ‘Buradayım’ı bir büyük roman olarak okuma gayesini taşıyor.

Tanrı ve İbrahim

Kitap adını ve hikâyesini, Eski Ahit’in ilk bölümünde Tanrı ile İbrahim peygamber arasında geçen diyalogtan alıyor. Foer’in ‘Ben Burada Yokum’ başlıklı bölümde (bu başlık esasen Jacob’la ilgili yazacağım pek çok şeyi anlatmayı başarıyor) aktardığı biçimiyle, “Tanrı, İbrahim’i sınadı. Ona ‘İbrahim!’ diye seslendi. İbrahim ‘Buradayım,’ dedi.” İbrahim Peygamber’in Tanrı karşısındaki şüphesiz, korkusuz ve itirazsız varlığı, Jacob’ın bir yazar olarak, bir baba olarak, bir eş olarak ve bir Yahudi olarak varoluşunu işaret ediyor. Jacob, İbrahim gibi yazarlığından, babalığından, eşliğinden ve Yahudiliğinden sebep işittiği çağrılara şüphesiz, korkusuz ve itirazsız biçimde yanıt veremiyor, “Buradayım,” diyemiyor. Bu durum, kurgunun ve başkarakterin ilk ve en mühim çelişkisini yaratıyor. Çelişkiden kasıt, kurgu ve karaktere dönük bir eleştiri değil, zira bu çelişki kurgu ve karakteri yaratan temel taşlarından biri.

Okuduğumuz hikâyenin en geniş çerçevesi, Amerikalı Yahudi bir ailenin dağılış portresini taşıyor. Jacob, eşi Julia ve üç çocuk: Sam, Max ve Benjy. Evlilik kurumunun sürekliliğini, büyük oranda çocukların varlığı sebebiyle, bir ‘katlanma’ süreciyle eş tutan iki insan var karşımızda: Genç yaşlarında evlenen ve hala genç olan yaşlarına karşın içinde bulunmayı istemedikleri bir durumun baş özneleri olan iki insan. Bir evin, bir telefon konuşmasının, bir uykunun ortağı olan çift köprüleri yakacak ateşi nerede arasalar da bulamıyorlar. Başka bir ifade, köprüleri yakacak ateşten korkuyor olmaları, belki daha doğru. Haliyle aradıkları bir bahane, haklı bir sebep, “burada olmamanın” bir biçimde elde edilme yöntemi. Nihayetinde Jacob’ın kaybolan ikinci telefonu, Julia’nın telefonu bulması ve eşinin başka bir kadınla olan sanal ilişkisine şahit olması. Önceleyin en büyük oğul Sam’in şahit olduğu fakat bundan babasına dahi söz etmediği bu ‘aldatma girişimi’, Julia’ya köprüleri yakacak ateşi, Jacob’a ‘burada olamamanın’ utancını sunuyor. Hikâyenin bu boyutu, başkarakter Jacob’ın babalık ve eşlik çelişkilerini iyice sağlamlaştırıyor ve Yahudilikle olan ilişkisine (savaşına) inmemize müsaade ediyor.

“Jacob kendini banyoya kilitledi ama işemedi, tartışma yaşanmamış gibi davranmaya da çalışmadı. Telefonunu cebinden çıkardı. Ekranında Max’in altınca doğum gününde çekilmiş bir fotoğraf vardı. O ve Julia, Max’e kostümlerle dolu bir bavul hediye etmişti. Bir palyaço kostümü. Bir itfayeci kostümü. Bir Kızılderili. Bir otel görevlisi. Bir şerif. İlk denediği, dijital kayıtlara giren kostüm bir asker kostümüydü. Jacob boş yere sifonu çekti, telefonunun ayarlarına girdi ve fotoğrafı jenerik stok fotoğraflardan biriyle, yapraksız bir ağaçla değiştirdi.” (s. 479)

Deprem ve sonrası

İkinci ve daha dar olan çerçeve, İsrail’i deyim yerindeyse dümdüz eden depremin portresini çiziyor. Kudüs’ün büyük oranda yok olması, içinde Türkiye’nin de olduğu çeşitli Avrupa ve Ortadoğu ülkeleri ile Amerika Birleşik Devletleri’ni İsrail devletiyle bir siyasi gerginliğin içine sürüklüyor. Foer, deprem sırasında Jacob’ın misafiri olan kuzeni Tamir aracılığıyla, yirminci yüzyılın ortalarında yaşanan büyük soykırımın sonucunda adeta ikiye bölünen Yahudi halkının hikâyesini anlatmaya girişiyor. Buna göre, İsrail’de meskun Yahudiler ve çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’ne göçmüş olan (hain) Yahudilerin çatışması Jacob’ın üçüncü çelişkisini kuruyor. Salt kuzen Tamir’in aynı anda hem geçmiş, hem şimdi, hem de geleceğe referans veren tahakküm dolu cümle ve tavırları değil, Jacob’ın hayatı boyunca büyükbabası Isaac üzerinden sorgulayıp durduğu (iyi) Yahudiliği pekiştiriyor bu çelişkiyi. Böylece, yazarlıkla bağını iyiden iyiye yitiren Jacob’ın babalık, eşlik ve Yahudilik çelişkileri bir tür varoluş mücadelesine dönüşüyor.

Bu iki çerçevenin, yani ilkin Jacob’ın babalık ve eşlik çelişkilerini gün yüzüne çıkaran ve Julia ile ayrılık noktasına gelmelerine sebep olan cep telefonu mesajları mevzusunun ve büyük Ortadoğu depremi ile İsrail devletinin ve Yahudi halkının geleceğinin belirsizleşmesinin, böylece Jacob’ın Yahudilik çelişkisinin görünür olmasının aynı kurgunun içinde birbirlerini tamamlayıcı biçimde yer alabilmeleri, büyük bir üslup ve anlatım becerisi. Buna karşın Foer’in, başkarakteri Jacob’ın babalığını anlattığı ve okura yansıttığı açı apaçık kusurlu. Zira kurgu sırasında önündeki iki önemli seçeneği görmeyen (ya da yadsıyan) yazar, başkarakterinin yazar kimliğiyle birlikte, bir zaman sonra baba kimliğini de görünmez hale getiriyor. Değindiğim çelişkiler, eşlik ve Yahudilik ekseninde sıkışıp kalıyor.

Peki, yazar tarafından görülmeyen ya da yadsınan o iki önemli seçenek neydi ve hikâyeyi nasıl yönlendirebilirdi? Önceleyin, Eski Ahit alıntısının Tanrı-İbrahim peygamber yerine İbrahim peygamber-oğlu İshak ilişkisi üzerinden yorumlanması ve Jacob-Sam ilişkisiyle bir bağ kurulması, hiç olmazsa baba kimliğinin çöpe gitmesini önleyebilirdi. Böylece Jacob için, gönül ferahlığıyla, Amerikalı Yahudi bir eş demekle kalmaz, Amerikalı Yahudi bir baba olduğunu teslim edebilirdik. İkinci seçenek, Jacob’ın merhamet ve iyi niyetliliğini bir nebze düşürüp, babası ve büyükbabası ile olan ilişkisini İsrail devletine duyduğu tepkisizlik ile bütünleştirmesi, böylece baba-devlet ortaklığını vurgulaması olabilirdi. Kitabın bir bölümde büyükbaba Isaac üzerinden kurulan kötücül figür aynı damar üzerinden sürdürülebilir ve Jacob için bir başka çelişki ve kimlik olarak ‘oğulluk’ müessesesi kurulabilirdi.

‘Buradayım’, gerek altı yüz sayfayı aşkın cüssesi, gerek yoğun kurgusuyla bir ‘büyük roman’ olduğunu kanıtlıyor. Az evvel değindiğim seçeneklerin yadsınması şuradan dursun; evin köpeği Argus’un rahatsızlıkları, aynı anda ilişki için hem bir tehdit hem de kurtuluşa giden trenin bileti olabilen Mark, Sam’in bağımlısı olduğu oyun (yoksa bir oyun değil mi?) ‘Başka Hayat’ ve çoğu okurun bu kitap vasıtasıyla haberdar olduğu ‘Bar Mitzva’ töreni, temsil ettikleriyle kurgunun çetrefilliğini artırıyor. Bu noktada, kitap hakkında yerel ve yabancı kaynaklı eleştiri yazılarının hemen hepsinde kurulan Jonathan Safran Foer – başkarakter Jacob Bloch denkliği tartışmaya açık. Kaldı ki, asıl sorulması gereken soru şu: ‘Buradayım’ yazarın hikâyesi olsa bile, bu hikâyeden bir şey eksiltir mi?

Buna hiç ihtimal vermiyorum.

Buradayım
Jonathan Safran Foer
Çeviri: Begüm Kovulmaz
Siren Yayınları
678 sayfa.