‘Dövizdeki artışın günlük hayata yansımalarını tam görmedik’

Döviz, bilhassa da ABD Doları’ndaki artış ekonomiyi ve günlük hayatı gitgide daha çok zorluyor. Artışın nedenlerini ve seçimler yaklaşırken olası yeni senaryoları Vatan gazetesi yazarı Ali Ağaoğlu ile konuştuk.


Dolar neden yükseliyor? Daha doğrusu bu yükselişin ne kadarı global koşullarla ilgili, ne kadarı iç siyaset, ekonomi yönetimi ya da Türkiye’nin yapısal sorunlarıyla ilgili?

Mayıs ayının başından bu yana hem faiz hem de kur cephesinde bir yükseliş yaşanıyordu. Bunda derecelendirme kuruluşlarının not indirimleri ve bu indirimlerin sebepleri önemli rol oynadı. Bankacılık sektöründe konuşulmaya başlanan yeniden yapılandırmaların sektör üzerinde yaratacağı baskı ve önümüzdeki dönemde büyümenin finansmanına katkılarının sınırlı olacağı endişeleri önemli rol oynadı. Bir de üzerine erken seçimler gelince endişeler ve bundan dolayı da piyasalarda oynaklık çok arttı. Seçimlerle birlikte imar affı, emekliye bayram ikramiyesi, vergi ve ceza afları derken önemli bir parasal genişleme ile mali politika bir kez daha gevşetildi. Merkez Bankası’nın rezervlerinin doğrudan müdahale için sınırlı olması, faiz artışı konusunda Cumhurbaşkanı’nın bilinen tutumu hareketi hızlandıran sebepler oldu.

Öte yandan önceki hafta Merkez Bankası ve Cumhurbaşkanı arasında iki toplantı yapıldı, geçtiğimiz hafta da AK Parti Genel Merkezi’nde bir başka toplantı yapıldı. (Toplantının nerede yapıldığı normalde çok önemli olarak algılanmasa da güncel piyasa dinamiklerinde fark yaratan bir ayrıntı) Ancak bunların hemen hiçbirinden bir çözüm ya da adım gelmeyince yeni zirveler, rekorlar geldi. MB “sürpriz etkisi” yaratabilecek kararların maliyet avantajını ( 1 dolarla 5 dolarlık etki yaratabilme!) kaybetmeye oldukça yaklaştı.

Buna bir de 35 milyar liralık yeni Kredi Garanti Fonu “imkânı”, Petrol fiyatlarındaki kur ve uluslararası piyasalardaki ham petrol fiyatlarının artışını ‘dengeleyecek’ ÖTV indirimi hamlesi eklenince (Her iki önlemin de Hazine borçlanmasının artışı yönündeki olası olumsuz etkileri göz önüne alındığında...) endişeler daha da arttı.

Endişeleri artıran bir başka unsur da Cumhurbaşkanı’nın İngiltere’ye yaptığı ziyaret oldu. Bu ziyaret sırasında BBC’ye verdiği beyanatta; “Seçimi kazanmam halinde ekonomi ve para politikasında daha etkin olacağım” demesi finans piyasalarının kalbi konumundaki Londra’da bir anlamda soğuk duş etkisi yaptı. Piyasalardaki “rekorlar” Londra seyahati sonrası çoğaldı. Her ne kadar danışmanları ziyaret sonrasında ortamı toparlamaya çalışsalar da laf ağızdan bir kere çıkmış oldu. Daha önceleri gerek Ali Babacan, gerekse de Mehmet Şimşek; bu ve benzeri durumlarda ortamı yumuşatır, hasarı en aza indirilebilirdi. Ancak her ikisinin de ortalıkta olmadığı bir durumda oluşan hasarı tamir etmek, zaman alacak.

Sadece Cumhurbaşkanı’nın Londra seyahati değil, küresel gelişmeler de hem kur, hem de faiz cephesini vurdu. Küresel gelişmeler derken aslına bakarsanız ABD 10 yıllık tahvil getirilerinden söz ediyorum. 10 yıllık tahvil getirileri, Dolar Endeksi’nin yükselmesinin önünü açtı. 

Dolardaki yükselişin kalıcı olması ya da diyelim ki bu seviyeye oturması ekonomiyi ve günlük hayatı nasıl etkiliyor ve etkileyecek? Biz bilhassa halkın ekonomisine yansıyan sarsıntıları gördük mü yoksa önümüzde -eğer artmayıp bu seviyede kalsa bile- bizi bekleyen daha zor günler mi var?

Mesele iş dünyası için seviyesi değil, oynaklığıdır. Bir başka deyişle iniş çıkışların sert ve önemli boyutlarda olması bir yandan fiyatlama davranışlarını ve beklentileri bozarken diğer yandan da uzun vadeli planların askıya alınmasına neden olur, oluyor. Günlük hayata yansımalarını henüz tam olarak görmedik. En yakın etki akaryakıt fiyatlarında hissediliyor. Ancak bunun devamında enflasyon, alım gücünün düşmesi ve uzun vadeli planlarını erteleyen iş dünyasının yeni istihdam yaratacak yatırımlarını da askıya alması ve hatta eleman çıkarması gibi orta vadede daha kalıcı etkileri olabilecek. 

Bu yılın başında yapmış olduğum tahminlerimde yılın ikinci çeyreğinde 4.25-4.2750 seviyelerinin görülebileceğini, iyi yönetilmezse de 4.55’lerin görülebileceğini yazmıştım. Bugüne bu kadar hızlı gelinmesi özellikle para ve maliye politikası uyumsuzluğundan ve MB’nin faiz konusunda piyasalardaki “işgören faiz” seviyelerinin çok geride kalmasından kaynaklandı. Bu yönetim zafiyeti devam edecek olur ise korkarım oynaklık daha da artacaktır.

Sürekli "Kamunun aslında çok fazla döviz borcu yok asıl borç özel sektörün' deniyor. Gerçekten öyle mi ve öyleyse özel sektörü bu tablo içinde ne bekliyor?

Bu önemli ölçüde doğru. Zira 2002-2007 döneminden sonra altyapı yatırımlarını artık devlet değil, özel sektör yapmaya başladı. Bunlarda dev projeler ve önemli finansman ihtiyacı ortaya çıkarıyor. Uzun vadeli TL kredi imkanı da olmadığından firmalar da mecburen uzun vadeli döviz kredisi ile bu projeleri yapıyorlardı. Bu nedenle döviz riski eskiden kamu üzerindeydi, şimdi artık özel sektör üzerinde. Gerçi bu projelere verilen döviz kredilerinde Hazine Garantileri nedeniyle dolaylı olarak kamu bu riski üstlenmiş olsa da ilk elden bunlar özel sektör riski olarak değerlendiriliyor. Eğer bu firmalar şu veya bu şekilde yükümlülüklerini yerine getiremeyecek olurlar ise iş eninde sonunda dönüp kamu borcu haline dönüşebilir. Ancak henüz böyle bir durum söz konusu değil.

Peki ekonomi yönetimi ya da siyaset, dövizi geri çekmek için gerekli adımları atıyor mu? Genel olarak "Merkez Bankası toplanıp faizleri birkaç puan artırsa dolar biraz geriler" deniyor. Uygulandığı senaryoda bile bu formül hala geçerli mi yoksa daha yapısal bir sorunla mı karşı karşıyayız?

Sorun tek başına MB’nin para politikası ile çözülebilecek bir sorun olmaktan çıkmak üzere. 
İki nedenden dolayı: 
İlki; ‘faiz artışı ile dış politikadaki sorunlarımızı çözebilir miyiz' diye sorar oldum son zamanlarda. Bu konudaki eksen kaymaları iç politikada belki prim yapıyor olabilir, ancak orta uzun vadede Türkiye’yi olumsuz etkilemesi olasılığı son aylarda olduğu gibi korkarım artmış durumda.
İkincisi de MB faizi artırsa dahi, eğer seçim başta olmak üzere geneldeki “büyüme merkezli” mali politikalar ile (KGF ve yukarıda bahsettiğim seçim “paketleri” bunun en iyi örnekleri) piyasalara likiditeyi boca ederseniz, bu faiz artışları istenen sıkı para politikası etkilerini ne yazık ki yaratamaz. Kan pıhtılaştırıcı ilaç ile kan sulandırıcı ilacın aynı anda vücuda verilmesi gibi bir durum bu. Vücudun temel yapısı bunu kaldırmıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimden sonra -eğer kazanırsa- ekonomi yönetimiyle daha çok ilgileneceğini ve daha hızlı karar alınacağını söyledi. Şu aşamada iktidarın finans yönetimiyle ilgili yapmak isteyip de yapamadığı bir şey var mı, yoksa bunu bir seçim argümanı olarak mı değerlendirmek lazım? Ve elbette Merkez Bankası’nın fiilen kaybettiği bağımsızlığını bir de kağıt üzerinde kaybetmesi Türkiye'nin para politikalarına ne getirir?

Ben bu söylemin bir seçim argümanı olduğunu düşünüyorum. Zira gerek mali politikalar, gerekse de para politikaları konusunda her türlü adımı atmak konusunda şu anda bağlayıcı bir yapı yok. MB Başkanı’nın Parti Merkezi’nde kabul edilmesi de bence bunun bir başka tezahürü. Ekonominin temel dinamiklerinde bugün yapılmayıp da seçimden sonra neler yapılacağına dair Londra ziyareti bir gösterge ise, sonuçlarının çok da istenen şekilde tezahür etmeyebileceğini görmekte fayda var. Bir başka önemli nokta da açılan seçim paketlerinin Hazine’nin toplam borçlanma yükünü artıracak olması da önemli mali kriterlerden birisidir; piyasalarda yeni endişeler yaratıyor. özellikle 10 yıllık tahvil getirilerinin yüzde 15’in üzerine çıkmış olması önümüzdeki bütçe üzerindeki faiz yükünün artmasını beraberinde getirecektir. Seçimden sonra mali ve para politikalarında uyum sağlanacaksa ne alâ ancak bugünden o günlere sarkan yükler, toparlanmanın çok da kısa zamanda ol(a)mayabileceğini düşündürüyor.

Kategoriler

Genel Güncel


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE