"Komşun berbat haldeyken nasıl mutlu olabilirsin?"

Beş yıldır Bakü’de fiilî olarak ev hapsinde yaşayan Azerbaycanlı yazar Ekrem Eylisli, geçen Aralık ayında, Columbia Üniversitesi ve PEN Amerika’nın desteğiyle düzenlenen çevrimiçi bir etkinliğe konuk oldu. Ermenistan ile Azerbaycan arasında geçen yıl sonbaharda yaşanan savaşın yanı sıra edebiyat, ülkesinde yaşadığı hukuki sorunlar ve insanların empati duygusuna duyduğu güven üzerine de konuşan yazar, Mark Lipotevsky’nin moderatörlüğünde, dünyanın çeşitli yerlerinden okurlarının sorularını yanıtladı. Amerikalı Azeri gazeteci Alex Raufoglu ve çevirmen Katherine E. Young’ın da katıldığı etkinliğin bir bölümü, Rusçadan İngilizceye aktarılarak Los Angeles Review of Books adlı internet dergisinin 27 Şubat tarihli sayısında yayımlandı. Metnin geniş bir özetini sunuyoruz.

9 Şubat 2013’te, Azerbaycan’da yazar Ekrem Eylisli’nin eserleri hükümeti rahatsız ettiği için yakılmış; Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Eylisli’den ‘halkın yazarı’ unvanını geri almış ve Cumhurbaşkanlığı’nın bağladığı özel maaşı kesmiş; Eylisli’nin eşi ve oğlu işlerinden atılmıştı. Ölüm tehditleri alan Eylisli, 2014 yılında, çeşitli ülkelerden destekçileri tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Mart 2016’da, davet edildiği bir edebiyat festivaline katılmak üzere Venedik’e gidecekken Bakü Havaalanı’nda tutuklanan 79 yaşındaki yazar hakkında asılsız suçlamalarla davalar açıldı. Bu davalar hâlâ karara bağlanmış değil.

2016’da konuşmacı olarak davet edildiğiniz Venedik’teki edebiyat şenliğine katılmanızın engellenmesinin ardından, orada yapacak olduğunuz konuşmayı yayımlamıştınız. Söze şöyle başlıyorsunuz: “Şimdi, akıl almaz derecede gaddarlıkla dolu bu çağda, hepimiz savunmasız durumdayız. Tarihte, insan yüreğindeki boşluğu hiçbir şeyin dolduramadığı dönemler vardır – ne din, ne bilim, ne edebiyat...” Şu anda da aynı hisler içinde misiniz? Böyle bir dönemde yazar olmak nasıl bir şey?
Öncelikle, içinde bulunduğum duruma açıklık getirmek isterim. Bana seyhat etmeyeceğime dair bir anlaşma imzalattılar, dolayısıyla Bakü sınırları dışına çıkamıyorum. Dahası, savcılık kimlik belgeme el koydu. O belge olmayınca fiilen hiçbir hakkınız olmuyor; oy kullanamıyorsunuz, hiçbir şey yapamıyorsunuz. Azerbaycan yasaları uyarınca, savcılığın benimle ilgili davayı bir yıl içinde incelemesi gerekiyordu. Ama, Mart 2016’da açılan dava hâlâ görülmedi. İşleme almıyorlar dosyayı. Bu durum bana psikolojik olarak çok ağır geliyor ve üzerimde baskı oluşturuyor. Fakat bazı kişiler, sanırım, Azerbaycan topraklarının bir kısmının Ermenistan’ın denetiminde (öyle diyelim) olmasından kaynaklanan endişelerini yenmeye başladılar, biraz sakinleştiler. Sanırım [gülüyor] bu durum benim hayatımda bir şeyleri değiştirecek. Sakinleşip, nihayet “Bu adam ne yaptı ki? Onu toplumdan daha ne kadar koparabiliriz? Bu onun için iyi değil” diyecekler. Bence tüm bunlar geçecek. Bundan eminim.
Bu zor zamanlarda nasıl yaşadığım sorusuna gelince; bana öyle geliyor ki, hangi şartlar altında olursa olsun, bir yazar hep kendi dünyasında yaşar. Örneğin, benden alınan şeylere dair çok derin bir kayıp hissi yaşamadım, moralim de bozulmadı, çünkü hiçbir zaman özgür olmadım zaten. Okulda da, üniversitede de, işte de hiç böyle bir şey hissetmedim. Sadece yazı masamda, biraz… Onu benden alamadılar. Hiçbir yazarın elinden alınamaz o his. Şu anda edebiyat aracılığıyla yaşıyorum. Evet, bu mümkün. Edebiyatta oksijen bol; hatta, özellikle pandemi şartlarında, sokaklara göre daha fazla.
 
‘Elveda Eylis’ başlıklı üçlemenizi oluşturan romanlardan (‘Yemen’, ‘Taştan Rüyalar’, ‘Fantastik Bir Trafik Sıkışıklığı’) en önemlisi hangisi sizin için?
Düşündüğümde, ‘Taştan Rüyalar’… Bu romanı Ermeniler değil Azeriler için yazdım. Halklarımız arasındaki tüm köprülerin yıkılmaması, özellikle kültürel olarak derin bir yabancılaşma yaşanmaması arzusuyla yazdım. Biz Türki bir halkız ama asıl olarak bir Kafkas halkıyız. Türklere ya da Orta Asya’ya değil, Kafkasya’ya özgü bir düşünce yapımız var. ‘Taştan Rüyalar’ı, insanların birbirimize hakaret etmek, birbirimizi öldürmek zorunda olduğumuzu düşünmesinler diye, halkları birbirine yaklaştırma arzusuyla kaleme aldım. 

Sizi kimler destekledi? Rusya’da ve Azerbaycan’da, arkanızda duran yazarlar, kültür dünyasından isimler oldu mu?
Rus entelektüeller genel olarak arkamda durdu. Önemli yazarlar ve birkaç gazeteci beni gerçekten savundu. Azerbaycan’da ise asıl olarak genç yazarlardan destek gördüm. Birçoğu, olan biteni benim gibi, gelecekte bir gün insanların göreceği gibi görüyor.

Dünyanın çeşitli yerlerinden okurlar olarak size nasıl yardım edebiliriz?
Burada oturuyoruz, siz iyi yürekli insanların yüzlerine bakıyorum. Bunun keyfi bana yatar, birkaç gün de olsa. İnsan bazen aniden böyle güzel anları hatırlayarak yaşama gücü buluyor. Okurların bana nasıl yardımcı olabileceğini bilmiyorum. Birçok kuruluş yardım etmek istedi. Hatta Noveç’ten mükemmel bir pozisyon teklifi geldi, oraya taşınabilmem için. Gitmedim, çünkü bir gün bu insanlar, yetkililer benim Azerbaycan’ı onlardan daha çok sevdiğimi anlayacaklar. Azeri halkı içinde bunu bilenler olduğunu düşünüyorum. Bunu söylemek tehlikeli [gülüyor] ama gerekli.

Edebiyat sayesinde ayakta durduğunuzu söylediniz. Şu anda ne yazıyorsunuz?
Kendimi edebiyatla kurtarıyorum. Aslına bakarsanız, kendimi ancak edebiyatla koruyabiliyorum. Tüm bu olayların ardından, benim için büyük önem taşıyan birkaç şey yazdım. Moskova’da benim için yıllarca çeviri yapan, çok iyi bir çevirmen vardı, Tamara Kalyagina. SSCB’de yayımlanan eserlerimin baskı adedi, onun çevirileri sayesinde bir milyonu aştı. O öldükten sonra Rus okurlarımla bağlantım koptu. Şu anda sadece Azeri okurlar için yazıyorum.

Ama kendi eserlerinizi Rusçaya da çeviriyorsunuz.
Çevirmeye başladım ama artık zorlanıyorum. Bana göre, çeviri muazzam emek gerektiren bir iş. Yazmak, çevirmekten daha kolay. Turgenyev, Paustovski, Böll, Márquez, Şukşin, Aytmatov gibi birçok yazardan, çok çeviri yaptım. O zamanlar enerjim vardı. Artık enerjimi yazmaya, Azerice yazmaya ayırıyorum. Rusça benim anadilim değil ama o dilin dünyasına girip çevirmeye başladığımda sonuç kötü olmuyor.

‘Taştan Rüyalar’ı da Rusçaya kendiniz çevirdiniz, değil mi? 
Evet, anadili Rusça olan birinin yardımıyla...

Yazar olarak kimlerden etkilendiniz? 
Farklı dönemlerde farklı yazarlardan etkilendim. İlk olarak Heinrich Böll büyülemiştir beni. Onun eserlerini kendime o kadar yakın hissederdim ki, aynı yerde doğmuşuz, aynı köyde yaşayan insanlarmışız gibi gelirdi bana. Sonra, Gorki’nin erken dönem eserlerini hakikaten çok sevdim. Şimdilerde, Rus yazarlardan en çok İvan Bunin’i beğeniyorum. O da ruhumda bir yerlere dokunuyor. Kurduğu gündüz düşleri, kendine has, sakin üslubuyla, bana hitap ediyor. En çok sevdiğim Amerikalı yazar ise Steinbeck.
Beni her şeyden çok Azeri destanları etkilemiştir. Bir hayali olan, kahraman olmak, başkaları için iyi bir şey yapmak isteyen kişilerin anlatıldığı türden destanlar… Çocukluğumda özellikle masalları severdim, hâlâ severim. Yazdığımız her şey masalmış gibi geliyor bana. Örneğin Márquez mükemmel bir hikâye anlatıcısıdır, özellikle de tam anlamıyla bir masal olan ‘Yüz Yıllık Yalnızlık’ta. 

Zoom üzerinden gelen bazı soruları yönelteceğim size. Azerbaycanlılar arasında neden Ermenilere dönük bu kadar büyük bir nefret var? Tarih neden çarpıtılıyor?
Tanıdığım Ermenilerden, Azerbaycanlılara karşı nefret besleyebilecek ancak birkaç kişi vardır. Azeri arkadaşlarım da Ermenilere karşı herhangi bir nefret beslemiyor. Bence, Ermenistan’la aramızdaki kültürel bağları kimse yok edemez. O kültür bizi bir araya getirdi ve yine getirecek; böyle ümit etmek istiyorum. Bu günlerde siyasetçilerden ümit yok. Tek ümit kültürde; nesilden nesle aktarılan şarkılarımız, aynı ezgiler eşliğinde yaptığımız danslar gibi değerlerde. Türkî halklar arasında, yalnızca Azeriler bu tür müziklerle dans edebilir. Ümidimi koruyorum, çünkü kültür, siyasetten daha güçlü bir malzeme. Siyaset hep hareket hâlindedir, sürekli değişir, kültürde ise gelip geçicilik diye bir şey yoktur. Ümidim o ki, kültür bizi bir gün iyiliğe davet ederek bir araya getirecek.

Ermenistan ile Azerbaycan araındaki son savaştan sonra, Karabağ’da insan hakları ihlalleri sürerken diyalog nasıl yeniden kurulabilir?
Ermeni halkı ciddi bir travma yaşadı. Bu travmayı en kısa sürede atlatmalarını diliyorum. Son savaş sırasında herkes Ermenistan’a yardım edecek gibi görünüyordu ama hiçbir yerden yardım gelmedi. Rus Ordusu olmasaydı, Rus barış güçleri Karabağ’a girmeseydi, bence orada korkunç bir katliam olurdu. Şükür ki böyle bir şey olmadı. Ama Ermenistan çok derin yaralar aldı. Bu yaraları ancak Ermeni halkı, halkın ruhu, kendi tarihine ve gücüne duyduğu güven sağaltabilir. Bazı Ermeni liderler, fanatik vatanseverlikte bizim bazı liderlerimizin gerisinde kalmıyor. Bu, normale dönüşün sağlanması açısından çok zararlı. Siyasi açıdan, fikrim hâlâ şu: Ermeniler siyasetçilerine güvenmemelilerdi. Ermenilerin kalkıp ayakları üzerinde durmalarını, sorunlarını çözmelerini arzu eden Azerilerin de olduğuna inanıyorum. Tüm bu savaşları, kişilerin çektiği acıları, genç ölümleri, kendi kederim olarak yaşıyorum. Geçmişte olduğu gibi şimdi de böyle bu. Başka nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum.

Bir ütopya yazıp, görmeyi hayal ettiğiniz Azerbaycan ya da Kafkasya’yı anlatmak ister miydiniz?
Çok isterdim. Yaradılış itibariyle idealist biriyim. Bence Kafkas kültürümüz ve bu coğrafyaya özgü zihniyet, ülkelerin liderlerine kendi sorunlarını çözme konusunda yardımcı olacaktır. Hep şöyle düşünmüşümdür: Bu sorunları onlar çözmezse kimse çözmez. Kimse de çözmedi. Sizin iç meselelerinize kim çözüm getirebilir? Dünya açısından Kafkasya, gezegenin küçücük bir parçası. ‘Taştan Rüyalar’ı, Ermeniler ve Azeriler birbirine ebediyen düşman olmasın diye yazdım. Yaptığım şeyi kahramanlık olarak görmüyorum. Sadece, bu iki halkın birbirini ve kendi hafızasını kaybetmemesini istedim.

Azerbaycan’da kalma kararınız, öğrencilerinin Yunanistan’dan kaçmasını önerdiği Sokrates’in kararına benziyor. Bu güç durumda size örnek olan tarihsel figürler var mı? 
Benden daha kötü şeyler yaşayan birçok yazarın başına gelenleri düşünmek, şimdi de, geçmişte de hiç yalnız olmadığımı hatırlatıyor, iyi geliyor bana. Bir insanın kutsal, büyük bir şey düşünmüş, diğerlerinin bunu akıl edememiş olması imkânsızdır. Bir yazarın aklına güzel bir şey gelmiş olması, bunu yalnızca o yazarın değil birçok insanın düşündüğü anlamına gelir Yazarların yaptığı, halkın ruhunu ifade etmekten ibarettir. Hakiki bir yazar hiçbir zaman yalnız değildir.

Yıkılmasının üzerinden neredeyse 30 yıl geçen Sovyetler Birliği’nin mirası, Sovyet cumhuriyetlerinin merkezle ilişkileri ve kendi aralarındaki ilişkiler, ‘çokuluslu’ Sovyet edebiyatı, Rusçanın rolü ve diller arasındaki ilişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz? 
Çok kolay bir soru bu. Örneğin ben, Moskova’daki Edebiyat Enstitüsü’nde okudum; Vasili Belov, Gennadi Rusakov, Viktor Astafyev, Yevgeni Yevtuşenko, Bella Ahmadulina gibi yazarlar ve şairlerle aynı sınıftaydım. O dönemde enstitüde birçok ünlü isim vardı, sonra kurumdan uzaklaştırıldılar ama aralarındaki kişisel bağlar hep sıkı kaldı. Farklı cumhuriyetlerde farklı olaylar oluyordu. Yazarlar bir araya gelir, düşüncelerini paylaşırlardı. Artık sadece internet üzerinden bir tür bağ var. Belki böylesi birçokları için daha kolaydır, fakat benim kuşağım için yüz yüze ilişki normal bir şeydi. 

Venedik’te yapmak üzere hazırladığınız konuşmada, yalnızca içinde yaşadığınız toplumun değil bütün dünyanın bir çıkmaza girdiğini, bir boşluktan muzdarip olduğunu ve bu boşluğun milliyetçilikle doldurulduğunu belirtiyorsunuz. Aradan geçen beş yıl içinde bu teşhisiniz değişti mi?
Hâlâ böyle düşünüyorum. Şeytan hep görev başındadır; nerede boşluk varsa oraya sinsice girip iğrenç işlerini yapar. Şeytanın beyhudeliği, boşluğu, aşırı vatanperverlikte vücut bulur. Her hükümet “Benim için en kıymetli şey millî çıkarımdır” diyor. Bundan daha zararlı bir şey olamaz. Tüm milletler, bir salgın hastalık deneyimi yaşarken, salgını kimsen kendinden uzak tutamazken ne tür bir millî çıkardan söz edilebilir? Bu gurur, bu “Benim ülkem her şeyden üstündür” zihniyeti insanlığı öldürüyor. Bütün dünya tehlikeyle karşı karşıya kalmışken senin halkının ne gibi bir çıkarı olabilir? Gezegenin tamamı, tek bir toprak parçası olarak tehdit altındayken, toprak bütünlüğü nasıl bir anlam taşıyabilir? Şimdi tüm liderlerin, tüm devletlerin sloganı “Millî çıkarlarımızın arkasındayız.” Bir parodi bu, bana göre. Hatta Tanrı’nın, tabiatın, insanlığın yüzüne tükürmek gibi bir şey. “Kendi çıkarım benim için daha önemli”… Ne çıkarı? Eğer insansan, komşun berbat hâldeyken sen nasıl mutlu olabilirsin? 

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)

Kategoriler

Dünya