Neden sosyal bilimleri düşünmemek?

I. Wallerstein, geride bıraktığımız yılın son aylarında bgst Yayınları tarafından yayınlanan kitabında daha da radikal bir öneri yaparak “Sosyal Bilimleri Düşünmemek'i öneriyor ve “Neden sosyal bilimler karmaşık toplumsal gelişmeleri bütünlüklü şekilde açıklayamıyor?” sorusuna, “çünkü kötü ışıklı bir el feneriyle yanlış yere bakıyorlar” cevabını veriyor.

ALİŞAN AKPINAR

Başkanlığını Immanuel Wallerstein’in yaptığı Gulbenkian Komisyonu tarafından hazırlanan ‘Sosyal Bilimleri Açın’ raporu, 1996’da Türkçeye çevrilmişti. O dönemde sosyal bilimlerin ayrı ayrı departmanlara bölünmüş olmasının temelsizliği, toplumsal gerçekliğin karmaşıklığını kavrayamaması, sosyal bilim disiplinleri arasındaki geçişkenliğin zayıflığı, akademinin toplumsal gelişmelerin nabzını tutma ve Ermeni sorunu ya da Kürt sorunu gibi bazı can yakıncı sorunlara el akmaktaki isteksizliği gibi temalar tartışılmıştı. Hatta Toplum Bilim ve Defter dergileri ortaklaşa bir sempozyum düzenlemiş, sonra burada sunulun bildiriler, ‘Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek’ adıyla 1998’de yayımlanmıştı. I. Wallerstein, geride bıraktığımız yılın son aylarında bgst Yayınları tarafından yayınlanan kitabında daha da radikal bir öneri yaparak  “Sosyal Bilimleri Düşünmemek'i öneriyor ve “Neden sosyal bilimler karmaşık toplumsal gelişmeleri bütünlüklü şekilde açıklayamıyor?” sorusuna, “çünkü kötü ışıklı bir el feneriyle yanlış yere bakıyorlar” cevabını veriyor.

Alternatif örgütlenme ihtiyacı

19. yüzyılın sistemik kavrayış tarzı bize ‘düşünmememiz’ gereken bir miras bırakmıştır. Fakat bu verimsiz paradigma, doğa bilimlerindeki durumun aksine, süreç içinde kendiliğinden terk edilmeyecektir çünkü çıkarlar ve yerleşik kurumsallaşmalar nedeniyle mevcut akademik kurumlar ve bunlarla bağlantılı çalışan sivil toplum örgütleri tarafından desteklenmektedir. Bu paradigma ile mücadele ancak akademide ve bağımsız entelektüeller arasında alternatif bir örgütlenmeyle mümkün olabilecektir.

‘Düşünmememiz’ gereken ‘yanlış’ paradigma şu üç temel öncülden mustariptir:

- Modern tarih bize, art arda gelişen ‘ulus-devletler’in hikâyesi olarak anlatılıyor. Bu yüzden, onca eleştiriye karşın, hâlâ yeterli gayret gösterilirse ‘gelişmekte olan ülkelerin’ gün gelip gelişmişlere benzeyebileceğine inanıyoruz.

- Toplumsal gelişmeleri ya hiç tarihselleştirmeden analiz ediyoruz. Tarihselleştirdiğimizde ise, bu kez gelişmeleri yapısal bir bağlama oturtmaktan kaçınıyoruz. Hem yapıyı hem de dönüşümü açıklayabilecek kavramsal araçlardan yoksunuz. İçini sonradan devletler, toplumlar, olaylarla doldurduğumuz Newtoncu bir zaman ve uzay anlayışının esiriyiz.

- Toplumsal gerçeklik bir bütün olmasına karşın, biz hâlâ bu bütünü bilimsel temelden yoksun şekilde parçalara, sosyoloji, tarih, iktisat, siyaset bilimleri, uluslararası ilişkiler gibi disiplinlere bölerek anlamaya çalışıyoruz.

Kapitalist dünya-sistem ve ulus-devlet

Birincisini yakından tanıyoruz: Kapitalizmin tarihi, gelişmiş ve gelişmekte olan ulus-devletlerin tarihidir. Tarihi böyle okuyarak,  ulus-devletleri nispeten bağımsız birimler gibi görmeye ve çoğu şeye muktedir olduklarını düşünmeye başlarız. Bu nedenle sistem karşıtı hareketler, sistemi değiştirmek için önce ulus-devlet iktidarını ele geçirmek gerektiği düşüncesini savunagelmişlerdir. Wallerstein, ulus-devletleri bağımsız birer siyasi özne değil ‘kapitalist dünya- sistem’in birer parçası olarak görmek gerektiğini savunur.

İkincisi, toplumsal gelişmeleri bir sürecin içine, bir bağlama yerleştirmemizle ilgili.  Toplumsal bir fenomeni nasıl bir yapısal süreklilik (ya da kopuş) içinde ele alırsak onu daha iyi kavrayabiliriz? Seçimimize göre, söz konusu fenomene tarihsel bir arka plan oluşturmuş, onu kendinden önceki dinamiklerle ilintilendirmiş oluruz. Peki, ne kadar geriden başlarsak daha iyi ederiz? 50 yıl mı, 150 yıl mı? Öte yandan, bu fenomeni ne kadar geniş bir mekân (coğrafya) içinde incelemek kavrayışımızı geliştirir? Bahsedilen gelişme, örneğin Türkiye’ye özgü bir durum mudur, yoksa Ortadoğu çapında ele alınması gereken bir fenomenden mi bahsediyoruz?

Üçüncü öncül, baş edilmesi en zor olanı. Kuşkusuz toplumsal gerçekliği daha iyi açıklamak için onun tarihsel, sosyolojik veya iktisadi veçhelerini ayrı ayrı ele almanın analitik bir değeri vardır. Fakat bunun geçici bir uğrak olması gerekir. Nihai amacımız, bütün bu veçheleri bir bütünlük içinde birleştirmek olmalı. Ancak sosyal bilimciler çoğunlukla kendi alanları dışında derinlemesine bilgi sahibi değiller. Hatta bazen temel bilgilere dahi sahip olmadıklarını görüyoruz. Bu, aldıkları akademik eğitimin çok bilinçli bir yönlendirmesi. Bu sınırlamayı kırmaları ve toplumsal gerçekliğin diğer alanlarında da kendilerini geliştirmeleri çok daha geniş bir vizyona sahip  olmalarını sağlayacaktır.

Bu zor meselede Wallerstein’ın görüşleriyle tartışmak ve sonunda kendi bakış açınızı oluşturmak için ‘Sosyal Bilimleri Düşünmemek: 19. Yüzyıl Paradigmalarının Sınırları’ adlı kitabı okumanızı öneririm.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ