Eşit ve özgür yurttaşlık mı? Biz o konuyu daha görmedik

Türkiye'de milli eğitim sisteminin, bizlere ne yapmak istediğini ders kitaplarına, müfredata ve yönetmeliklere bakarak anlayabiliriz. Hatta yalnızca sınıfların duvarlarına bakarak, bu sistemin gözünde makbul olanın ne olduğunu görebiliriz. Ancak, bizim, bu sistemle ne yaptığımız ve onu nasıl yaşadığımız sorusunu yanıtlamak, eğitim sisteminin bizden ne istediği sorusunu yanıtlamaktan çok daha çetrefil ve güç bir meseledir.

DOĞU TOKSÖZ

Türkiye'de milli eğitim sisteminin, bizlere ne yapmak istediğini ders kitaplarına, müfredata ve yönetmeliklere bakarak anlayabiliriz. Hatta yalnızca sınıfların duvarlarına bakarak, bu sistemin gözünde makbul olanın ne olduğunu görebiliriz. Ancak, bizim, bu sistemle ne yaptığımız ve onu nasıl yaşadığımız sorusunu yanıtlamak, eğitim sisteminin bizden ne istediği sorusunu yanıtlamaktan çok daha çetrefil ve güç bir meseledir.

Yanıtlaması güç bir soru

Devlet, makbul olanın ne olduğunu ve öyle olması için ne yapılması gerektiğini bildiğini varsayar. Bu nedenle de eğitim politikalarının ve stratejilerinin özü kolay kolay değişmez, sadece mecbur kaldığını hissettiğinde bazı ‘bölgeler’ ve bazı ‘azınlıklar’ için ufak tefek ayarlar yapma gereksinimi duyar. Ancak bu ‘yeterince’ makbul görülmeyen öğrencilerin, onları dışlayan, inanmadıkları şeylere inanmalarını talep eden, aşağılayan, cezalandıran sistemle ne yaptıkları, ‘milli’ eğitim sisteminin aksine genel ve evrensel stratejilere  göre değil, tikel ve özgün edimlere göre belirlenir. Bu yüzden de bizim eğitim sistemiyle ne yaptığımız ve ona yaşam öykümüzde nasıl bir rol ayırdığımız yanıtlaması çok daha karmaşık ve güç bir soru olarak karşımıza çıkar.

Ermeni Kültürü ve Dayanışma Derneği tarafından ikinci baskısı yapılan ‘Biz O Konuyu Daha Görmedik’ adlı kitap, bir sözlü tarih çalışmasıyla, bu güç ama önemli soruyu yanıtlamak için bir başlangıç sunmayı hedefliyor. Bu doğrultuda Kürt Alevi bir kadından, Ermeni okulunda Türkçe öğreten bir Kürt kadına, Edirne’de doğan bir Hıristiyan’a kadar birbirinden farklı 12 insanın ağzından eğitim hayatlarını nasıl hatırladıklarını dinliyoruz.

Kimlik bir nedenden çok bir sonuçtur

Görüşmelerde, aidiyetlerden yaşam öykülerini; yaşam öykülerinden de eğitim hayatını ayırmadan sunulduğu için yalnızca bir eğitim sistemi eleştirisi olmanın ötesine geçerek kimlik, yaşam öyküsü ve eğitim sistemi arasındaki ilişkiselliği görünür kılıyor. Bu da aslında Judith Butler’ın başka bir bağlamda işaret ettiği gibi, kimliğin bir nedenden çok bir sonuç olduğu anlamına geliyor. Bahsettiğimiz bu ilişkiselliği aklımızın bir köşesinde tutarak, aktarılan görüşmeleri okuduğumuzda, eğitim hayatında yaşanan sorunları ve bu sorunları insanların nasıl tanımladığını, hatta tanımlayıp tanımlamadığını, tanımlandığı hallerde bununla farklı başa çıkma stratejilerini ve tekrar dönerek bu sorunların benliklerini nasıl etkilediğini görme şansına sahip oluyoruz. Bir başka deyişle, bu coğrafyada ‘onlar’ olmanın, diğer ‘onlar’la aynı olmak anlamına gelmediğini, kimliklerin yalnızca pasif bir şekilde ‘sahip olunan’ değil, aslında yaşanılan, yeniden kurulan, farklı bağlamlarda farklı şekillerde deneyimlenebilen bir şey olduğunu görüyoruz.

Bu sayede Bafralı Ermeni Ayda Hanım’ın ‘en acılı şey tarih dersi’ derken, İstanbul’da Ermeni ilkokulundan çıkıp koleje yazılan Tamar’ın tarih derslerinde Ermenilerin topyekûn itham edilmesinden çok fazla endişelenmiyor oluşunu bir çelişki veya birini birinden ‘daha’ Ermeni olarak görmektense, ikisini de kendi yaşam öyküleri içinde konumlandırıp, anlama imkanı elde ediyoruz.

Öte yandan kimliğin bir neden değil de sonuç oluşunun, onun vazgeçilebilir veya yapay bir kategori olduğu anlamına gelmediğini de yine dinlediğimiz bu yaşam öykülerinden, “anne biz Aleviymişiz” diye ağlayarak annesinin yanına koşan ama tam anlamıyla Alevi olduğunu Madımak katliamında anlayan Defne’nin veya “Türk hissetmediğim için, İsrailli de hissetmediğim için ve başka bir şeyle de bir bağ kuramadığım için, benim bağ kurabileceğim en naif, en saf şey İstanbul’un kendisi oluyor” diyen Lior‘un anlatılarından çıkarabiliyoruz.

Sonuç olarak, Nora Tataryan’ın önsözünde de belirtildiği gibi bu kitap, “Türkiye’de eğitim sisteminde anlatılmayanları, sırası gelmeyenleri, temsil edilmeyenleri kişilerin kendi ağzından duymamızı ve bu verili geleneğin bize neler hissettirdiğini” anlamaya çalışarak, anayasada, ders kitaplarında, devlet dairelerinde durmadan tekrarlanan herkesin eşit yurttaşlar olduğu savının pratikte nasıl yaşandığını gösteriyor ve tüm açıklığıyla bizim ‘o konuyu daha görmediğimizi’ ortaya koyuyor.  Öte yandan yaşam öyküleriyle örülen anlatıların çeşitliliği, bizi ‘kimlik’ ve ‘aidiyet’ üzerine yeniden düşünmeye iterek, ‘ama onlar da…’ ile başlayan cümlelerin arkasındaki tehlikeli ön kabulleri göstermiş oluyor.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ