Ayırmayan sınırlar, eriyen kapılar

Hera Büyüktaşçıyan, TUNCA ve Derya Yücel, ‘…Çünkü Biz Olmadığımız Yerdeyiz…’ başlıklı sergiyi anlattı.

Hera Büyüktaşçıyan ile TUNCA, 7 Eylül’de Kasa Galeri’de Derya Yücel küratörlüğünde açılacak sergide buluşuyor. Hera’nın yerleştirmeleri ve TUNCA’nın desenleri, tarihsel referanslarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor ziyaretçiyi. Geçmişteki işlevini kaybetmiş İstanbul surlarının ve sergiye ev sahipliği yapan Minerva Han’ın mimarisi ve tarihi, sergide yaratılan çok katmanlı anlatının bileşenleri olmuş. 22 Ekim’e kadar görülebilecek olan yapıtlar, iki sanatçıyla küratör arasındaki uzun soluklu diyalogla şekillenen yaratım aşamasının izlerini taşıyor.

Hera Büyüktaşçıyan, TUNCA ve Derya Yücel, ‘…Çünkü Biz Olmadığımız Yerdeyiz…’ başlıklı sergiyi anlattı.

Bu proje için nasıl bir araya geldiniz?

Derya Yücel: TUNCA ile uzun zamandır tanışıyor, birlikte çalışıyorduk. Hera’nın çalışmalarını da takip ediyordum. İkisinin işleri arasında birtakım paslaşmalar olabileceğini düşündüm ve birlikte bir çalışma yapmak üzere onları davet ettim. Nisan ayından beri sergi üzerinde çalışıyoruz.

Hera ve TUNCA’nın işleri arasında ne tür benzerlikler var?

DY: İkisinin de sergideki işleri, form olarak bir birimden yola çıkıyor. TUNCA birim olarak tuğlayı, Hera ise mozaiği kullanıyor. İkisinin de eyleminde yapı ve inşa meselesi öne çıkıyor. Pratiklerinin geneline baktığımda, dert edindikleri meseleler ve ele aldıkları konular bağlamında, aralarında yalnız form açısından değil, düşünüş ve üretim süreçlerinde de bazı paslaşmalar olabileceğini hissettim. Bu sergide kent, mimari, yer, aidiyet, hafıza gibi konulara odaklanmaya karar verdik ve birlikte nasıl bir üretim yapabileceğimiz üzerine kafa yorduk. Ardından TUNCA ile Hera şehirde gezinmeye başladılar.

Birlikte mi yaptınız bu gezileri?

TUNCA: Evet. Önceki çalışmalarımızda benzer şeyleri kullanmış olmamız, bizim için bir çıkış noktası oldu. Kısa süre önce Polonya’ya yaptığım bir geziden hareketle üretmeyi planladığım yapıtlar vardı. Onları, bu serginin içeriğinin bir parçası haline getirdik. Aynı zamanda İstanbul’da ilgimizi çeken doneleri, estetiği ve tarihi yakaladığımız güzel bir adres bulduk: Surlar.

Hera Büyüktaşçıyan: Bu süreç de içeriden dışarı doğru gelişti. İlk olarak atölyelerimizde buluştuk. Birbirimizin pratiğini az çok biliyorduk ama daha yakından tanımaya giriştik. Konuşurken, özellikle mekân ve kent hafızasına yaklaşımımızda ortaklıklar yakaladık ve kentte birlikte geziler yapmaya karar verdik. Kentin çeperlerinden, içerisi ile dışarısı arasındaki ilişkiden söz ederken, İstanbul surlarını dolaşma fikri ortaya çıktı. Geziye II. Theodosius duvarlarından başladık. Edirnekapı’dan başlayıp surlar boyunca yürüdük. Daha sonra hem halihazırda var olan yapıtlar, hem de üretilebilecek yeni işler üzerine tartışarak sergiyi kurguladık. Sergiye ev sahipliği yapan mekân ve mimari ile kendi yaptığımız şey arasındaki bağları düşünürken, serginin katmanları oluşmaya başladı.

DY: Sürekli bir diyalog ve paylaşımlarla, birbirimizden beslenerek ilerlediğimiz bir sergi hazırlık süreci geçirdik. Bunu küratöryal bir metot olarak çok önemsiyorum.

Sergi, kavramsal çerçeveyle ilgili metinde vurgulanan ‘yer’ kavramını nasıl ele alıyor?

DY: Serginin adı, Fransız şair Pierre-Jean Jouve’un bir şiirinden geliyor: ‘... Çünkü biz olmadığımız yerdeyiz...’ ‘Yer’ kavramı, coğrafi olmanın ötesinde bir metafor içeriyor; zihinsel ve varoluşsal anlamda yaşamı sınırlar üzerinden tanımlayan bir kavram. Bu sınırlar zihinsel de olabilir, mekânsal da, kültürel de... Olmadığımız yer neresi? ‘İçeri’ ve ‘dışarı’ kavramları ne anlama geliyor? Örneğin surlar bir yandan şehrin sınırlarını çizerken, diğer yandan dışarı-içeri ilişkisini de belirliyor. Biz de iç-dış diyalektiği üzerinden ilerledik.

T: Surlar artık kentin göbeğinde kalmış, küçücük bir alana işaret ediyor. Kent bu duvarların her iki tarafında da devam ediyor. Surlar, içeriyi dışarıya karşı savunma fonksiyonunu kaybetmiş.

DY: Serginin genel meselesi de bu: Sınırların erimesi. TUNCA’nın desenlerinde gördüğümüz su depolarının, bir kapısı, girişi ya da eşiği yok; içerisi ulaşılabilir değil. Bu da birtakım çağrışımlar doğuruyor. Hera’nın eriyen kapıları, hem binanın mimarisinden ve dış cephesindeki mozaik süslemeden esinleniyor, hem de ‘eşik’ kavramını, içerde ve dışarda olma durumunu gündeme getiriyor.

Artık sosyopolitik gündemin, savaşların, göçlerin, mülteci meselesinin etkisiyle coğrafi sınırlardan bahsedemiyoruz. Sınırlar, eşikler ve kimlikler eriyor. Sergi, tüm bu durumları metaforlara dönüştürerek ele alıyor.

Desenlerdeki su depolarının hikayesi nedir?

T: Bu depolarla Polonya’da karşılaştım. Nazi döneminde kurulan Auschwitz- Birkenau toplama kampındaki su depolarının fotoğraflarını çektim. Terör ve şiddetin müzesi olarak anılan bu kamp, herhalde insan vicdanının en kötüyü yaşayıp hissettiği yer. Burada bir su arıtma tesisinin bulunmasının bence metaforik bir anlamı var. Biçimsel olarak baktığınızda ise surlarla ilişki kuruyor. Silindirik olarak inşa edilmiş bu yapı, aslında en eski mimari anlayışını yansıtıyor. Göbeklitepe’den insanların ateşin etrafında daire oluşturarak oturmalarından, Panteon ve Stonehenge tapınaklarına kadar, inanç merkezlerinin yapısına işaret ediyor. Bu su depolarından üç tane olduğu için ortaya bir üçleme çıktı.

Yerleştirmede, sergiye ev sahipliği yapan tarihi Minerva Han biraz daha işin içine giriyor galiba...

HB: Yaptığım yerleştirmenin başlangıç noktası, TUNCA’yla, II. Theodosius surlarının en son kapısı olan Eğri Kapı’da yaptığımız konuşma. Kapının bir tarafı ile diğer tarafı arasında müthiş bir fark vardı. Sanki iki zaman diliminin arasında duruyorduk. Bir tarafta eski mahalleler, diğer tarafta kentsel dönüşüm, makineler, inşaatlar ve hemen arkadan geçen otoyol görünüyordu. Surların, aslında, kenti koruyan en yüksek duvarlar, ötesini görmemizi engelleyen yapılar olması gerekirken, orada kendimizi bir tür geçiş alanında bulduk.

Sergi mekânına döndüğümde, kapıların dominant olduğunu fark ettim. Mekânın son odasına ulaşabilmek için üç ayrı kapıdan geçmek gerekiyor. Minerva Han, gezide karşılaştığımız Eğri Kapı gibi eğimli bir arazide kurulmuş. Mimar Vasilios Kouremenos’un tasarladığı en modernist ve stilize binalardan biri. Dış cephe süslemesinde kullanılan, mimarın modernist yaklaşımında sık rastladığımız mavi çiniler, binanın konumlandırdığı nokta ile farklı bir anlam kazanıyor. Ekonomik ve politik olarak stratejik bir konumda; Bankalar Caddesi’nin denize en yakın noktasında. Ekonominin el değiştirmesiyle, bina da el değiştirmiş; önce Atina Bankası’yken sonra Deutshce Bank olmuş, şimdi de Sabancı Üniversitesi’ne ait. Bu da zamanın ve şehrin akışını, dönüşümünü yansıtıyor.

DY: Bu örnek üzerinden politika-finans ilişkisi de gözlemlenebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde burada bir finans merkezi yaratılması, İkinci Dünya Savaşı dönemindeki Almanya-Türkiye ilişkileri doğrultusunda bankanın el değiştirip bir Alman bankasına dönüşmesi, finans-politika ilişkisinin kentin ritmi içinde şekillenip zamanla mimariyi de şekillendirmesi ilgimizi çekti.

Binanın dış cephesindeki çiniler, restorasyon çalışmaları nedeniyle şu an görülemiyor. Sergi süresince de ziyaretçiler, Kouremenos’un çinileri yerine, Hera’nın aynı malzemeyle yaptığı yerleştirmeyi görecek...

DY: Bu ilginç bir durum. Birçokları, 100 yıldan fazladır burada olan bu binaya, belki de kafasını kaldırıp bakmadı bile. Binadaki çinilerin varlığından haberi olan da pek yok. Cephenin sergi süresince kapalı olmasının insanlarda merak uyandıracağını düşünüyorum.

HB: Burada eriyen bir zihin hali ortaya çıkıyor. Etrafımızdaki çoğu şeyi aslında görmüyoruz. Zihinle birlikte, eriyen bir zaman ve mimari hafıza da söz konusu. Sergi için yaptığım üçlemede, iki eriyen kapı ve son odada, hayali bir kapının eşiği var. Binanın dış cephesindeki çinilerden esinle, hepsinde turkuazın üç farklı tonu görülüyor. Bu renkler hem binanın yapıldığı dönemle, hem de denizle yani suyla bağlantı kuruyor; oradan da TUNCA’nın işiyle bir ilişki kuruluyor.

Yapıtlarınız arasında biçimsel açıdan ne tür ilişkiler var?

T: Bu sergideki işlerin üretimi ikimiz için de bir çile doldurma süreci oldu. Ben su depolarını desenlerimde yeniden yaratmak için tek tek tuğlaları işledim, Hera ise ufak mozaikleri mekâna döşüyor.

HB: Bir inşa etme hali söz konusu. Eriyen kentten, mekânlardan ve hafızadan bahsederken, iki farklı sanatsal pratiğin yok olmuş bir fiziksel alanı ya da geçmişi yeniden inşa etme çabası bu. Aslında burada sadece iki sanatçı yok, bir de mekân var. Mekânı sadece bir sergileme alanı olarak görmüyoruz. Bu bina bir mimarın eseri, sergide ona da referans veriliyor. Mekânın kendisi, görünmeyen üçüncü şahsa dönüşüyor. O yüzden de, iki değil üç farklı tekniğin bir araya geldiğini söyleyebiliriz. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi



Yazar Hakkında