KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Kırkıncı odadaki şeytan

Agos’un kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in ismini, ona yönelik cinayetle anmak durumunda kalalı, bu yedinci yıl. Telaffuz ettiğim her sefer, sırtımdan başlayarak ürperdiğim tabirle, Hrant Dink cinayeti, ülke için taşıdığı kilit önemi, yüzbinlerin katıldığı ve faili meçhullere, katliamlara karşı isyana, topyekûn bir adalet feryadına dönüşen cenaze töreniyle göstermişti.

O günden bugüne, cinayetin bürokrasi, istihbarat, askeriye, emniyet, siyaset, yargı, medya kanadındaki suç ortakları hayatlarına kaldıkları yerden ve hatta taltif edilerek devam ettiler. Son dönemde AK Parti hükümeti ile Gülen cemaati arasındaki köklü ortaklığın sona ermesi ve tarafların birbirlerine karşı yürüttükleri operasyonların, elbette ki en büyük ittifakın sergilendiği Hrant Dink cinayetine de yansımaları oluyor. Hükümete yakın kimi gazetelerde, söz konusu cinayette asıl sorumluluğun, ‘paralel yapı’ olarak adlandırılan, Cemaat bağlantılı Emniyetçilerde olduğuna dair manşetlere yer verildi.

Esasen, cinayetle ilgili olarak yargılanması gereken devlet görevlileri konusu, son yedi yılın en büyük mücadele başlığı. Nitekim, cinayetle ilgili olarak Emniyet görevlilerine soruşturma izni daha bu yakınlarda çıktı. O dönem Trabzon’da görev yapan ve Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları olduğu iddia edilen emniyet müdürü, emniyet amiri ve polis memurları hakkında Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’nca istenen soruşturma izni reddedilmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Hrant Dink’in ölümünde asli mercilerce etkin soruşturma yapılmadığı” kararı sonrası kanunda yapılan değişiklikle tekrar açılan dosyada, soruşturma izni bu kez HSYK’dan talep edildi ve HSYK 3. Dairesi de, yaptığı inceleme sonucunda, Hrant Dink’in ölümünde görevlerini ihmal ettikleri iddia edilen Emniyet görevlileri hakkında soruşturma iznini verdi.

Ancak yıllardır yılan hikâyesine dönen bu davada, elbette ki, mesele Emniyet mensuplarının soruşturulması ve salt ‘paralel yapı’ ile sınırlandırılabilecek gibi değil. Çünkü bu cinayet, bir devlet ortak yapımı. Hükümet ve Cemaat’in büyük bir ittifakla üzerini örttükleri hakikat budur.

Hal böyleyken, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un, Ergenekon yapılanmasının yanı sıra “Hrant Dink davası çözülürse bu yapı deşifre edilebilir” sözleriyle işaret ettiği farklı ittifaklara ilişkin olarak Başbakan Erdoğan’dan gelen yorum son derece düşündürücü. Şöyle diyor Başbakan: “Hrant Dink davası bence kişiselleştirilmiş davadır. Dink’in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle yapılmıştır. Paralel yapı meselesinde ise devleti ele geçirme, ulusal güvenliği tehdit gibi büyük bir amaç var. Dink’in bu amacı gerçekleştirmelerini kolaylaştıracak devlette bir konumu yoktu ki…”

Bunca açığa çıkmış sistematik bağlantıdan sonra, kamuoyunun ‘milliyetçi duygularla hareket eden genç’ masalıyla yetinmesini beklemek mümkün mü sahi? Cinayetin gerçek sorumluları özgürce ortada salınır, hiçbir siyasi sorumluluk bedeli ödenmezken, Türkiye’nin düzlüğe çıkacağına kim inanabilir?

Türkiye tarihinin en zorlu dönemeci 1915’e ilişkin ‘The Cut’ (Kesik) adlı filmiyle başka tür bir yüzleşmenin mümkün olduğunu göstermeye hazırlanan Fatih Akın’ın Agos’tan Evrim Kaya’ya verdiği kapsamlı röportajda söyledikleri, bana tek çıkar yol gibi görünüyor.

Filmde, 1915 cehenneminde kaybettiği ikiz kızlarını arayan Nazaret (Tahar Rahim), yaşlı bir adamın kendisine sorduğu “Bunu sana kim yaptı?” sorusuna karşılık olarak, sadece bakar. Fatih Akın ise bu soruya şöyle yanıt vermiş: “Nerede bir yasak varsa, orada korku vardır. Bu film korkunun sonuçlarını soyut bir şekilde ele alıyor. Şeytan dışımızda değildir, sinsice içimize sokulur. Zaten oradadır. Ve yalnızca kendimiz onu kovup dışarı atabiliriz. Yaşlı adamın Tahar’a çölde sorduğu ‘Bunu sana kim yaptı?’ sorusuna benim yanıtım: ‘Korku’.”

Akın’ın korkuyu aşmak için verdiği koordinat da son derece anlamlı: “En büyük umudum, filmimin hak ettiği şekilde Türkiye’de gösterime girmesi. Büyük, modern salonlarda izlenmesi. Eğer bunu becerebiliyorsak, olgun, aydınlık, kendinin bilincinde ve demokratik bir toplumuz demektir. Yapamıyorsak, demek ki bizi hâlâ korku yönetiyor. O zaman da şeytan bizi hâlâ parmağında oynatıyor demektir.”

Masallardaki, açılması yasak olan kırkıncı odaya geldik dayandık. Hrant Dink cinayetinde de, Ermeni Soykırımı’nda da, kırkıncı odanın şeytanı yüzleşme için bekliyor. Vakti çoktan gelmedi mi?