OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tüm Kürtler sadece Kürtlük ortak paydasında, tek bir partide hem yönetici hem seçmen olarak toplanabilir mi? Hayatın, ideolojinin, siyasetin, dünya görüşünün, sınıf farklılığının normal bir sonucu olarak, diğer topluluklarda olduğu gibi Kürtlerin tamamı da bir partiye oy vermiyor. Üstelik HDP siyaset ve dünya görüşü olarak Kürt toplumunun farklı tayflarını bünyesinde yüksek çeşitlilikte barındırmasına rağmen bütün Kürtlerin oylarını alamıyor ki bu da hem siyaseten hem sosyolojik olarak gayet normal.

Kanımca bu meselede ilk söylenmesi gereken, her kavramın belli bir süre sonra başına geldiği gibi, Türkiyelileşme kavramının da açıklığını kaybetmiş olması, belirsizleşmesidir. Herkesin ‘Türkiyelileşme’den ne anladığı farklı yönlere doğru gitmeye başladı. Dolayısıyla, kulağa klişe bir soru gibi gelse de, ‘Türkiyelileşme nedir, ne değildir?’ sorusu üzerinde durmak gerekiyor.

Hem TİP’le olan ittifakta, hem Kılıçdaroğlu’na verilen destekte HDP’nin tepki ve husumet çekmekten, ‘oyunbozan’ olmaktan çekinme ve HDP’li olmayan kitlelere “uzlaşmaya her zaman hazırım” mesajı verme kaygısından dolayı bağımsız bir hat takip edemediğini söylemek mümkün ve burası tam da ‘Türkiyelileşme’ meselesini konuşmak için doğru bir nokta.

Yakın geleceğe dair ümitli ve iyimser sözler söylemeyi isterdim ama hem ekonominin durumuna, özellikle Merkez Bankası’nın döviz rezervlerine, Erdoğan’ın seçildikten sonra yaptığı konuşmalara bakacak olursak, “Kötü günler bitti, daha kötü günler geliyor” sözünü hatırlatan bir andayız.

Milliyetçiliğin ‘sokaktaki adam’ı cezbetmesinin önde gelen nedenlerinden biri de basitliği, kolaylığı. Bu basitlik hem genel anlamda hayatı kavramada, hem sorunlara çözüm önermede geçerli. Milliyetçiliğin dünya görüşünde hayat, ‘biz’in külliyen iyi, ‘öteki’nin külliyen kötü olduğu bir ikilikten ibaret.

Bunca haksızlık hukuksuzluğa, bunca zulme, ekonomik sıkıntıya rağmen AKP’nin nasıl hâlâ birinci parti olduğu, Erdoğan’ın nasıl hâlâ %49 oy aldığı, ciddi bir akademik araştırma konusudur. Elimizde somut veriler olmadan bunu sadece hile ve manipülasyonla açıklarsak kendi kendimizi yanıltmış oluruz.

Bu ülkede cenahlar, partiler üstü genel bir değerler ve normlar sorunu var. Meşru ile gayrimeşru, haklı ile haksız, yapılabilir olan ile yapılamaz olan arasında ilkesel bir sınır algısı yok. Yapılabilirliğin sınırlarını, ortam ve bağlamdaki güç seviyesi belirliyor. Bu anlayış Türkiye’de çok yaygın. İktidar da bu anlayıştan güç alıyor.

Kamuoyuna baktığımız zaman ise, soykırımın zikredilmesi, konuşulması açısından, her şeye rağmen 1980’lere, 1990’lara göre daha iyi durumda olduğumuz söylenebilir (varın siz düşünün o zamanların ne kadar zor olduğunu!). Öte yandan, bu konu toplumun geniş kesimi için hâlâ adının dahi anılmaması gereken bir durum; patolojik tepkiler veriyorlar. Bu 24 Nisan’da gördüğüm örneklerden ikisine değineyim.

Toplumda birileri, birinin sadece “Alevi’yim” demesinden bile kışkırtılabiliyorsa, sorun onların duygularındadır ve o duygular pışpışlanmak yerine bertaraf edilmelidir.

Cumhuriyet tarihine baktığımızda, 1935’e kadar, Meclis’e Müslüman olmayan azınlıklardan kimse alınmıyordu; ilk defa o yılki seçimlerde CHP’nin kontenjan açmasıyla biri Ermeni olmak üzere Müslüman olmayan dört vekil Meclis’e girdi ama varlıkları daha ziyade sembolik olarak kaldı, çünkü karar alma mekanizmalarının dışında tutuldular. 1950’de çok partili hayata geçişle birlikte 1960’a kadar hepsi Demokrat Parti’den olmak üzere Müslüman olmayan azınlıklardan on farklı isim milletvekilliği yaptı.