Soykırım Dumanları Tüterken “Jin Gazetesi (1918-1919)

Araştırmacı yazar Fırat Aydınkaya’nın ‘1898’den 1918’ Kürt Basınında Ermeniler’ dizisinin dördüncü ve son bölümünde Ermeni Soykırımı’nın sonrasında yayımlanan Jin gazetesinin değerlendirmesi yer alıyor.

                                                                                                                          “Hespê Qule, Mêrê File, Sêye Tûle, jê ra mebe ewle”  

                                                                                                              (Kule renkli ata, Ermeniye ve zağar köpeğe itimat etme)[1]         

Jin gazetesi, Kürdistan Teali Cemiyetinin gayrı resmi yayın organı olarak yayın hayatına başladı. Kürdistan Teali Cemiyeti savaş sonrası Kürt aristokrasisi ile Kürt entelijensiyasının koalisyonuyla kurulmuş bir örgüttü. Cemiyet, Osmanlının enkazı altında kalan Kürtleri kurtarma telaşındaydı. Cemiyetin seküler kolu müstakil Kürdistan fikrinde ısrar ederken diğer bir kolu olan dinsel kanat, Müslüman Türk kardeşlere zor zamanlarında sırt dönülemeyeceği gerekçesiyle otonom Kürdistan’a razıydı. Kürt siyasetinin bu iki asal aksı Ermeniler meselesinde de ortaklaşamamışlardı. Seküler kanat Boğos Nubar Paşa ile anlaşan Şerif Paşaya Ermenilere Van’ın güneyine kadar egemenlik hakkı verilmesine itiraz ederken, dini kanat Ermenilerle birlikteliğin her türüne karşıydı. Ne var ki iki kanat belki de tek bir politikada mutabıktı. O da hala sahada cereyan eden Ermeni soykırımına siyaseten ve entelektüel olarak kayıtsız davranmak. Hakikaten Jin gazetesi soykırımın “s”si ile bile ilgilenmezken, Cemiyet, Wilson prensiplerine referansla soykırımın ardından ortaya çıkan Ermenisiz Kürdistan fikri üzerinden siyaset icra ediyordu. Cemiyet ve gazete büyük devletlere  “fazla olan haklıdır” prensibi uyarınca Kürdistan’da mukim Kürt nüfusunun fazlalığını anlatma derdindeydi. Bir başka ifadeyle Ermeni nüfusunun trajik bir şekilde silinmesi üzerinden Kürt siyaseti ikame ediyorlardı. Velhasıl Cemiyetin küratörlüğünde çıkan gazete totalde 25 sayı neşredildiği halde en az 20 sayıda Kürt-Ermeni ilişkilerini ilgilendiren yazıların neşredilmesi hayli önemli.

Kürd(Ermen)istan

İlk sayıda yayın kurulunun temel amaç olarak Kürd ulusuna uluslar topluluğu alanında layık bulunduğu yeri hazırlamayı başarabilmek olarak çıtayı koyması gazetenin politik aktörlük görevi üstlendiğinin göstergesiydi. Hem Kürdistan Teali Cemiyetinin hem de gayrı resmi bülteni olarak neşriyatın otonomiden, müstakil bir devlete kadar değişik opsiyonların masada olduğu bir konjonktürde Kürtlerin masadan boş kalkmaması için ulusal bir görev yüklendiği açık. Bu nedenle Cemiyet, aslında yalnızca İstanbul’la sınırlı siyasi gücünü seferber ederken, Neşriyat da bununla senkronize bir şekilde kalemini alabildiğine sivriltip, sayfalarını simetrik bir araç olarak kullanacaktı. Ne de olsa dönem Sykes-Pycot dönemiydi ve bu süreç zaten ikiye bölünmüş Kürdistan’ı ya dört parçaya bölecek, ya da parçadan bütüne müstakil Kürdistan kurulacaktı. Gazeteye göre bir opsiyon daha vardı ve o opsiyon gerçekleşirse Kürdistan, Ermenistan olacaktı. Bu son opsiyonu gazete, somut ve yakın bir tehlike olarak gördüğünden en önemli enerjisini bu opsiyonun akim kalması için seferber etmekteydi. Gerçekten de bu ihtimal, gazeteyi irrasyonel tepkiler vermeye zorlayarak soykırımın sahada hala cari olduğu bir dönemde soykırıma sayfalarını tamamen kapatmak şeklinde dramatik bir tutuma sürükleyecekti. Soykırımı ima eden iki kelime olarak “ermeni faciası” ve “kitle kıyımı” terimi koskoca 25 sayı boyunca yalnızca birer kez, iki yazıda geçmekteydi. Dünyadan bihaber herhangi bir okur, o dönem yalnızca Jin gazetesini okumuş olsaydı Ermeni soykırımı hakkında tek bir şey dahi öğrenemeyecekti. Bu türden bir inkarcılığın barış konferansının organize edildiği konjonktürle ve Boğos Nubar Paşanın Ermeni temsilcisi sıfatıyla konferansa katılmasıyla ilgisi vardı elbette. Ve en önemlisi de yansıyan haberlere bakılırsa Kürt-ermeni hinterlandının tapusu üzerinde pazarlıklar yapılmaktaydı. Bu arka plandan sonra ilk sayı Kürtlerin varlığını ve Kürdistan’ın Kürtlere ait olduğunu ispata yarar yazılarla akarken hiçbir şekilde soykırıma yer verilmemesi hayli manidar. 2. sayıda “Beka milletindir” yazısı var. Tekamülcü sosyal darwinizm anlayışı uyarınca güçlü-güçsüz düalizmi üzerinden yürüyen yazı, güçlünün hayatta kalması için güçsüzün var olması gereğine dikkatimizi çekmesi not edilmeli. 3. sayıda “Kürdistan İçin” yazısının müellifi Kamuran Bedirhan.  “…kendisinden uzak, hakları gasp edilmiş halklara ateşli bir şekilde destek vaad eden ve Kırım, Gürcistan, Ermenistan bölgelerine, bu bölgelerin bağımsızlık tutkunu insanlarına arka çıkan Türk hükümetine sesleniyorum diyen yazarın, Kürd ve Kürdistan’ın da hatırlanmasını dilemesi hayli dikkat çekici. Bu şekilde daha çok Kürt-ermeni hinterlandı dışındaki Kafkasyada bir Ermenistan kurulmasına destek veren yazarın tutumu not edilmeli. Ermenilerle ilgili doğrudan bir niteleme ilk kez gazetede kendine yer bulurken hala soykırımın esamesinin bile okunmaması dikkat çekici. 4.sayıda Süleymaniyeli Tevfik’in yazısı var. Piremerd’in Kürd, Ermeni, Fars ve Nasturi hep bir ırktandır tespiti not edilmeli. Bu şekilde köken itibariyle gayrı Türk bir tarihselliği imlemesi belli ki büyük devletlere verilen bir mesaj. Bununla da yetinmeyen yazarın, bu halkların birbirinden ayrılmaz bir ortaklığa sahip olduklarının tespiti dönem itibariyle hayli mühim. Yine köken ve tarih tartışması bu sayıda da baskın. Zaten Jin yazılarının çoğu Kürtlerin kökeni, tarihi, müstakil bir halk olması ve Kürdistan’ın sınırları ile ilgili. Kaleme sarılan her yazar bu konuları işlemekteydi.  

1. bölüm: Soykırıma 13 yıl kala Kürdistan Gazetesi (1898-1902)

Hektor&Kasab

Sayının “Bir Kürt Dilberinin Sabah Uğraşısı” yazısı hayli önemli. Yazının başlığı yanıltıcı bir şekilde magazinel bir muhtevaya işaret etse de Kürdistan dağlarında cennetten bir enstantane eşliğinde anlatılan bir öykü var karşımızda. Bu öyküyü mühim kılan aslında yazarın yazdığı bir dipnot. Cennet vatanın tasviri ile başlayan hikayede bu vatanın koruyucuları olarak “…onların nöbetçiliğini yapan “kasab” ve “gurzo”ların sesi kesilmişti” cümlesine yerleştirilen bir dipnot epey manidar. Zira vatanın koruyucuları olarak efsaneleştirilen “kasab” ve “gurzo” lakaplarından kasıt Kürd-Ermeni hinterlandında mukim önde gelen aşiret ağaları. Yazarın Kürdistan toprağının savunucuları olarak altını çizdiği dipnot şu şekilde:  “Son bulan korkunç savaşta,….yiğitlikler ve kıvanç verici olaylarla dolu olan Kürt tarihine yüce destanlar ekleyen Hesenan aşiret liderlerinden Halit Yusuf,  Sibkan aşiret lideri Abdülmecit, Memaş aşiret lideri Qurebi paşa ve öteki Kürt beyleri arasında tanınıp üstünlük kazanan ünlü Musa beydir.”  Son bulan korkunç savaştan kasıt dünya savaşı. Bu savaşta Kafkas cephesinde Ruslara karşı koyan kimi aşiret ağalarının kahramanlıklarına vurgu yapılması anlaşılabilir elbette. Ne var ki bu cephe asıl olarak soykırımın balyoz harekatıyla Ermenilerin mümkün mertebe tehcir edilmeksizin bulundukları yerde katledildiği kritik bir cephe.  Van, Bitlis, Muş Ermenileri balyoz harekatıyla mümkün mertebe tıpkı pogrom dönemi gibi tehcir edilmeden katledilmişti. Bu balyoz harekatını koordine eden şemanın en üstünde Bahattin Şakir vardı. İTC merkez komitesi üyesi Bahattin Şakir “Kafkasya İhtilal Cemiyeti” ile bu bölgede tehcirsiz bir soykırım planını uygulamaya koymuştu. Bahattin Şakir’le birlikte III. Ordu komutanı Mahmut Kamil Paşa da bu işin sevk ve idaresinde bulunmuştu. Van ve Bitlis’te mücrimlerden, eşkıyalardan, askerliğe elverişsiz olanlardan kurulu “Kasaplar taburu” balyoz rolünü oynarken, Erzurum’da bu iş Kafkas ihtilal cemiyeti iştirakçi gönüllülerince yürütüldü. Yazıda geçen bahse konu aşiret liderlerinin bazıları Ruslara karşı savaşırken Ermenilerle de karşı karşıya gelmişti. Bu bağlamda soykırımda pek de gurur duyulacak şeylere imza atmadıklarını da biliyoruz.  Muş’ta görev alan aşiretlere ise kendi hakim oldukları mıntıkalarını temizleme işi ihale edilmişti. Muş’ta Hoca İlyas efendi, Saide Nato çetesi, diğer birkaç aşiret ile yazıda geçen Musa bey göze çarpmaktaydı. Saide Nado’nun bu iş için özel görevlendirildiği Erzurum’a gidip Bahattin Şakir’le görüşmesinden belli. Yine yazıda geçen Musa bey aslında sicili bilinen bir şahıs. 1880’lerde Misyoner katliamıyla gündeme gelen bu zat, 1890 pogromlarında da rol oynamıştı. Ermeni kızı Gülo’ya yaptığı zalimlikler Avrupa medyasında gündem olunca A.Hamit tarafından İstanbul’a getirilip göstermelik bir yargılamayla ödüllendirildi. İşte bu şahıs, soykırımda Muş’un doğusu ile kendi aşiretinin hüküm sürdüğü yerlerdeki Ermenilerini öldürme işini üstüne almıştı. Görüldüğü üzere soykırımın en ağır uygulandığı yerlerden biri olan Kürt-ermeni hinterlandında bu soykırıma iştirak eden aşiret liderlerinin yazar tarafından Kürdistan’ın koruyucusu olarak selamlanması dikkat çekici. Yazar ve gazetenin ortada soykırım görmediği için, bu fiile bir şekilde dahil olan bir kısım Kürt iştirakine, övgüler eşliğinde Hektor rolü biçmesi hayli manalı. Beri yandan bu yazı bir bakıma soykırıma iştirak ettiği halde sonradan Kürtlük davasının taşıyıcısı haline getirilen kimi yerel figürlerin, soykırım suçlarının örtbas edilip Kürt önderleri haline getirildiği bir tarih geleneğinin de ilk kurucu metni.  Musa bey örneğinde olduğu gibi sicili pogrom ve soykırım şerikliği ile lekelenen kimi yerel otoritelerin Kürtlük davasının taşıyıcısı haline getirilip aklanması yoluna gidilmesine karşı dikkatli olunmalı. Musa bey, Kör Hüseyin paşa, Emine Perixane ve benzeri başka portreler ünlerini Ermeni katliamlarından aldığı halde Kürtlük davasının tarihi portreleri olarak sunulması sorgulanması gereken bir tavır. Bu türden bir tutumun Kürt tarihi yazımında kendine yer bulması ise ayrıca dramatik.

2. Bölüm: Soykırıma 7 yıl kala “Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi (1908-1909)


At, Köpek, Ermeni

6. sayıda “Hale me ye hazır” Kürtçe bir yazı. Wilson prensiplerine atıf yapan yazarın şimdiye dek en tutarlı fikrin bu olduğunu belirtip ezilmiş halklara umut olan Ekim devrimini pas geçmesi hayli ilginç. Zaten Jin, genelde sosyalist mücadeleye pek ilgi duymaz. Sadece son sayıda Kürt hamalları yazı konusu edildiğinde işçi hakları ve işçi mücadelesine teğet geçen bir yorumla karşılaşmamız zaten bu durumu tesciller. Yine Wilson prensiplerine dikkati çeken yazarın bu prensiplere göre Türk çoğunluğu bulunan yerlerin Osmanlıya bırakıldığını, Kürdistan’da Türklerin çoğunluk olmadığını ve bir iki memur ile temsil edildiğine dikkatimizi çekmesi ilgi çekici. Türkler çoğunluk olmadığına göre peki ya Ermeniler çoğunluk mu diye soran yazar cevabı kendi verir. Buralarda Ermeniler, bizlerin yüzde beşi bile değil, belki yüzde iki oranında demesi dönem itibariyle nüfus mühendisliklerinin baş tacı edildiğini göstermekte. Bu şekilde Kürdistan, Kürtlerin hakkıdır başka hiç kimsenin değil diyen yazarın savaş öncesi Van, Bitlis, Muş hinterlandında bazı yerlerde yüzde kırkları aşan ermeni nüfusunun nasıl olup da 3 yıl içinde silinme noktasına geldiğini sorgulamaması enteresan. Bu denli büyük nüfus kaybına yazarın ilgi bile duymamasının siyaseten bir anlamı olmalı. Oysa Patrikhanenin 1912 verilerine göre Kürdistan’da Ermeni nüfusu 1.170.000 iken aynı dönem Osmanlı verilerine göre ise Kürdistan’daki Ermeni nüfus 600.000 olarak verilmekteydi. Osmanlı verilerini kabul etsek bile 600 bin insanın 3 yıl içinde ortadan yok olmasıyla alakalı tek bir değinin bile olmaması dönem itibariyle fazla nüfusa sahip olanın siyaseten avantajlı olması anlayışıyla bir ilgisi olduğu ortada. Devamında Wilson prensipleri Kürdistan’ın bizim hakkımız olduğunu teyit etmekte diyen yazarın eğer sahip çıkmazsak hiç şüpheniz olmasın bizim yüzde onumuz bile olmayan Ermenilerin, Kürdistan’a sahip çıkıp bizim ülkemizi alacaklar demesi Kürdistan gazetesinden bu yana devam eden Ermeni korkusunun açık bir tezahürü. Soykırımla neredeyse Ermenisiz bir Ermenistan’a razı edilen Ermenilerden hala bir korku imparatorluğu biçiminde bahsedilmesi şüphesiz bu korkunun Kürt siyasetini hala şekillendiren ve mobilize edebilen bir bilinçaltı fabrikasyonuyla alakası var. Sayıdaki “Kürdistan’daki Türk Sakinleri Türk Müdür” yazısı da önemli. Türk-Kürt birlikteliğinin bozulduğunu anımsatan yazarın bu halden Kürtlerin değil; ancak sadık Kürtleri diğer taşkın unsurlara tercih edenlerin sorumlu olduğunu belirtmesi not edilmeli.  Osmanlılıkla temas ettiği tarihten beri yalnızca kahr ve zulmünü, isyan ve taşkınlığını gördüğümüz unsurların, yurdun gerçek hizmetçileri olan Kürtlere tercih edildiği iddiası İttihatçıların Taşnakçılarla işbirliğine atılmış bir laf gibi. Tanzimata kadar Bitlis’in Kürt hükümet merkezi olduğunu savunan yazarın, savaş öncesi nüfusun 30 bin olduğuna değinip burada en fazla 500 Türk var diyerek Ermenilere dair tek kelime etmemesi hazin. 7. sayıya damgasını vuran aslında bir yazı değil bir atasözü. Gazetenin Kürt atasözleri sütununda şöyle bir atasözü dile gelir. “Hespê Qule, Mêrê File, Sêye Tûle, jê ra mebe ewle”  ve tıpkı çevirisi olarak da (Kule renkli ata, Ermeniye ve zağar köpeğe itimat etme) Türkçe tercümesi eklenmiştir. File sözcüğünün çoğunlukla gündelik Kürt hayatında Ermeniler için kullandığını bilsek de bu tabirin Hristiyanlar için de kullanıldığını biliyoruz. Belli ki yazar, buradaki tercümede bahusus Hristiyanların değil Ermenilerin kastedildiğini anlatma derdinde. Zira dönem itibariyle Hristiyan batının konsolosluklarıyla düzenli bir şekilde görüşen Jin yazar ve editöryasının bu elçilikleri tahkir edecek bir yayın çizgisi izlemeyeceği açık. Bu yüzden atasözünün hemen altına söz konusu olanın Ermeniler olduğunun tercüme edilmesi epey dikkat çekici. Öte yandan soykırımın hala sahada cari olduğu bir duman altında bu atasözün dergiye alınmasının bir anlamı da vardır muhakkak. Bahse konu darbı meselden de görüldüğü üzere Ermeniler soykırım sonrasında bile Kürtlerin gözünde hayvandan farksızdı. Hem de türüne göre hayvanların cins olarak en kötüsüyle eşdeğerdi. Nitekim Ermeniler asillikleriyle şöhretli herhangi bir atla değil; güçten düşmüş, yarı yolda bırakacağı kesin olan ve bu yüzden de kesinlikle güvenilmez “kule renkli atla” bir tutulmuştur. Yine aynı atasözünde sahibine sadık olma meziyetiyle bilinen bir hayvan olan köpeğe benzetilen Ermeniler, herhangi asil veya sıradan bir köpekle değil; tüylerini dökmüş, neredeyse kediden bile korkacak şekilde kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp, sahibine hiç güven vermeyen “tule köpekle” bir tutulmuştur. Ermeniler bu şekilde sosyal darwinizm icabı, güçten düşen hayvanlarla simgeleştirilip, bu şekilde doğal seleksiyon uyarınca ayıklanmayı, elimine edilmeyi hak eden olarak resmedilmekteydi.

Kamurhan Bedirhan

Kitle Kıyımı

9. sayıdaki Kürdistan ve Kürtler yazısı Kamuran Bedirhan’a ait. Yazar Türkiye Kürdistan’ını oluşturan Van, Mamuretülaziz, Diyarbekir, Bitlis, Erzurum illerinde yaşayan Kürt ve Ermeni uluslarının nüfusu, ekonomik ve tarihsel varlık ve konumları hakkında yansız batılı fikir adamlarının görüşlerini paylaşacağım diyerek Wilson’a insanlığın sevgilisi güzellemesiyle başlaması neredeyse bir ritüel hali. Geçmişin Ermenistan’ı ile şimdiki Ermenilerin tarihsel ilişkilerini kabul etmek çılgınlıktır diyen yazar aradaki tarihsel süreksizliğe vurgu yapar. Eski Ermenistan hakkında yazılacak tarih Asur yıllıklarının söylediklerinden öteye gidemez diyen yazarın bugünkü Kürdistan üzerinde yaşayan Ermenilerin hak iddiaları için burada bir ermeni hükümeti kurmak temelsizdir çıkışı yapması dikkat çekici. Yeni bir hükümet kurmak için bir baskı gücüne dayanmak gerekiyor diyen yazarın Ermenilerin bundan yoksun olduklarını söylemesi not edilmeli. Ermenilerin kurmak istedikleri hükümetin egemenliğini ve Kürtlerin bu hükümete itaat etmesini sağlayacak güçlerden yoksun olduğu tezi dikkat çekici. Kürtler her yerde çoğunluk oluşturuyor bunu söyleyen sadece Türk istatistikleri değil Avrupalı seyyahlar da bunu söylüyor diyen yazarın Rus ekonomistlerden Pazilov’un Kürdistan isimli eserini şahit göstermesi ilgi çekici. Devamla yazarın bu nüfus azlığının son olaylarda bir çok Ermeninin göç etmesiyle alakası bulunmadığına dikkat çekmesi hayli dramatik bir yorum. Bir kere soykırımı, gündelik konuşma lügatının basitliği içinden “son olaylar” ve “göç” şeklinde hafife alan bir yaklaşım göstermesi not edilmeli. Yine savaş öncesi Osmanlı sayımlarına göre soykırım öncesi 600 bin Ermeniden soykırım sonrası yalnızca 60 binin kaldığını görmek istememesinin altında siyasi bir hesap vardı elbette. Yazar burada çok daha ileri giderek altın vuruş yapar:“Öyle anlaşılıyor ki, kitle kıyımları ermeni nüfusunu azaltmamıştır diyen yazarın bu tezi artık tam bir mantık iflası. Yine de soykırım henüz kavramsal olarak literatürde yerini almadığı için yazarın, soykırım fiilini karşılama babında kitle kıyımı tabirini kullanması takdire şayan.  Tam 9 sayı geçtikten sonra yalnızca bir cümlelik bir değini ile gazetenin soykırımı görmesinin altı kalın harflerle çizilmeli. Kitle kıyımlarının yani soykırımın ermeni nüfusunu azaltmadığı iddiasının mantık dışı olduğunu belirtmeye dahi gerek yok. Kitle kıyımı zaten nüfusun merkezi bir plan dahilinde azaltılmasını veya bitirilmesini imler. Bu yüzden yazarın ve gazetenin kitle kıyımı tabiri ile tezat şekilde bir yorumla soykırım fiilini görmesi yazının değerini ve sahiciliğini ortadan kaldıran bir maluliyet yarattığı çok açık. 12.sayıda “Kürdistan tarihi” yazısı aslında bir dizi yazı. Kürt ve Ermenileri işaretle 1877-78 savaşına kadar her iki milletin dağlı halkı birbirleriyle iyi geçinmekteydi diyen yazarın Kürt-ermeni ilişkilerinde bakış açısı isabetli. Gerçekten de mahut savaştan sonra Kürt-Ermeni ilişkilerinin ölümcül bir türbülansa girdiği inkar edilemez. Her iki unsurun da Türklerden baskı görüp, Ruslara karşı korku duyduğu tespiti yabana atılamaz. Bununla birlikte yazarın, Ermeniler arasında beliren milli hareket ve son savaştan sonra Rusların bu hareketi teşvik etmeleri, giderek iki unsur arasında karşılıklı nefret ve bağnazlık uyandırdı tespiti de akılda tutulmalı. Yazarın 1891 yılında Ermeni komitelerinin faaliyeti, Kürtlerden “Hamidiye” adı altında iyi silahlandırılan düzensiz süvari örgütlerini genişleterek Kürtlerin konumunu sağlamlaştırmak zorunda bıraktı. Ve bu şekilde ırk düşmanlığı göstermelerine yol açtı demesi not edilmeli. Yakın dönem Kürt-Ermeni tarihi bu şekilde özetlenirken, aradaki sorunun müsebbibi olarak Ermenilere günah çıkartılması subjektif ve tek taraflı bir değerlendirme kuşkusuz.

3.bölüm: Soykırıma 2 yıl kala Roji Kurd Gazetesi (1913)

Kana susayan düşman

14.sayıda “Gözler Kör, Kulaklar Sağır mıdır” yazısı bir başyazı. İttihatçı oligarşinin ülkeyi ateşe verdiğini belirten yazarın sağlam bir ittihatçı diktatörlük eleştirisi yapması öğretici. Ne var ki her zamanki gibi yazarın Kürdistan’da, yaşanan sefaleti, perişanlığı anlatırken kaleminin sadece Kürt kayıplarını görmesi dikkat çekici. Zaten devamında yazarın “ermeni faciaları”, aslında söylendiği kadar bir önem taşımıyordu; ama dünyayı velveleye verdi, dillere destan oldu demesi çok ilginç. Belli ki gazete ve yazar soykırım fiilinin vehametini görmek istememe konusunda kararlı.  Kürtlere işaretle şu sahipsiz, şu talihsiz ulusun başına gelen türlü türlü felâketleri, bir anlık olsun kim hatırlayacak demesi haklı bir serzeniş olsa bile acıları yarıştıran ve son tahlilde soykırım gerçeğini tahfif eden bir yaklaşım olduğu tartışmasız. Soykırımı “facia” olarak niteleyen yazarın, Kürt kayıplarına dikkat çekmek için bu karşılaştırmada soykırımı küçümser tarzda bir akıl yürütmesi epey manidar. Belli ki yazar soykırım fiilinin siyaseten Kürtlerin aleyhine dönmesinden tedirgin. Soykırım ile mağdur edilen Ermenilere bir teselli mahiyetinde Kürdistan’ın bırakılma olasılığı belli ki Kürtlerin gündemini işgal eden bir korku. Bu yüzden soykırım halini hafife alma yoluna gittikleri gibi Kürtlerin de en az Ermeniler kadar mağdur olduğunu işleyen yazılara yer verilmekteydi. Bu şekilde mağduriyetler eşitlendirilerek olası siyasi bir kaybın önüne geçilmek istenmekteydi. 15.sayıda gündem olan aslında bir istatistik.   1889 Tahririne nazaran Van vilayetinde mukim Kürt ve Ermenilerin hane sayıları ve nüfusları söz konusu edilen bir cetvelin neşredilmesi bir siyaset mühendisliği teşebbüsü. Cetvelde Kürtler 436.042 olarak hesaplanırken, Ermeniler 82.476 olarak hesaplanmış halde. Nüfus üzerinden siyasal hak iddiaları görüldüğü üzere burada da karşımızda. “Güçlü olan haklıdır” anlayışının liberal bir tezahürü olarak “fazla olan haklıdır” perspektifi dönem itibariyle modaydı. Bu türden nüfus mühendisliklerinin, etnik temizlik pratiklerini unutturan, haklılaştıran bir sonuca kapı araladığı tartışmasız. Bu saikle soykırımla ermeni nüfusunun bitirilmesini bu dönem Kürt siyaseti bir sorun olarak görmez. Aksine soykırımla ermeni nüfusunun tedrici olarak yok edilmesinin sonuçları üzerinden Kürtlük siyasetinin carileştirilmesi ve haklılaştırılması söz konusuydu. Bu dönem Kürtlük siyaseti soykırım sonrası ortaya çıkan nüfus tablosu üzerinden siyaset örgütlemiş ve bu durumu pragmatik saiklerle bir politik fayda olarak kullanmıştır. Sayıdaki “Wilson prensipleri ve Kürtler” yazısı tam da bu meyanda dikkat çekici. Yazıyı önemli kılan hususlardan biri yazarının İhsan Nuri olması. İhsan Nuri’nin 1930 Ağrı isyanı sırasında Taşnak aktivistlerinden Ardeşir Muratyan ile işbirliğini hatırladığımızda yazısının ekstra bir ilginçliğe sahip olduğu açık. Devamla yazarın savaş sonrası barış konferansına dikkat çekerek Kürdistan’ın Ermenilerin emri ve egemenliği altına verileceği haberlerini yazı konusu yapması süre giden Kürt-Ermeni toprak kavgasının halen sert olarak devam ettiğine işaret. Bunların doğruluğuna ihtimal vermeyen yazarın, durumun almış olduğu bu kaygılandırıcı biçim karşısında ya ölüm ya istiklal moduna geçmesi ilgi çekici. Devamla yazarın bu konuda pek de diplomatik olmayan bir üslupla Ermenilere gözdağı vermesi not edilmeli. 16.sayının dikkat çeken “gazindek” yazısı Kürtçe. Yazının daha çok özeleştiri kulvarında ilerleyerek yabancılara gönüllü kölelik yaptık demesi bir tür oto-kolonizasyon tespiti. Fileler ki bizim elimizde ve ocağımızda büyüyüp adam oldular, bizim su ve aşımızla büyüdüler diyen yazarın dilinin ayarlarının kıyıcı olacağı açık. Bu şekilde fileler gelişip gözlerimizin önünde “kuyumuzu kazdılar” demesi açık bir nankörlük söylemi. 17.sayının gündeminde ittihatçıların Kürtleri darağacına göndermesiyle final yapan Bitlis isyanı var. Bitlis isyanı sırasında Kürt isyancıları şehre girerken Ermenilerin isyancılara verdiği desteğin altının çizilmesi kayda değer. 19.sayıda göze çarpan bir şiir aslında. “Ji bajariya ra” şiirinde fileler şöyle mısraya dizelenmiş: Me tevmedin, me reht mekin/ Fille tê, çi ji me ye!/ Me bihêlin li kêfê xwe/ li halê xwe, li zewqê xwe/ Çawa dibe bira bibe/ Bira welat xira bibe. Bu şekilde devam eden şiirin tıpkı tercümesi de verilmiş akabinde. Türkçesi verilirken file sözcüğünün Türkçeye “düşman” olarak çevrilmesi son derece dikkat çekici. Türkçe haliyle:  Bizi kımıldatmayın, yormayın/Düşman geliyormuş, bize ne!/ Bizi kendi keyfimize bırakın/kendi halimize, kendi zevkimize/Nasıl olursa öyle olsun/vatan da harab olsun.. Soykırımdan kurtulan bir avuç insanın hayatlarının hala mucizelere bağlı bulunduğu riskli bir ortamda bu şiirin mısralarının bir hançer gibi hayatlara ineceği açık. Kürdistan’ın Ermenisizleştirildiğinin kesin tescili sayılabilecek bir anda bile hala Ermenilerin düşman olarak kodlanıp öcü olarak görülmesi Kürtlerin bilinçaltındaki ermeni korkusunun ne denli travmatik bir hal aldığının bir göstergesi. 20.sayıda “Issız köy” yazısı Kemal Fevziye ait. Yazar kasvetli bir muhacirlik fragmanıyla yazıya atak verirken sonuç kısmında Kürtlere şu şekilde seslenmesi epey manidar. “Siz ki, yakın komşunuzun ebedî kin ve zulmüne, kana susayan bir düşmanın devasa saldırılarına, kahramanlıklarınıza, fedakârlıklarınıza karşılık, yıllardan beri kardeş gibi baş başa verdiniz” diyerek Ermenileri mızrak ucuna yerleştirmesi hayli ajitatif bir siyasi söylem. Belli ki Boğos Nubar paşanın talepleri Kürtlerin öfkesine öfke katmışa benzer. Ermenilerin kana susamış bir düşman olarak görülmesi düşmanlık tonunun ne denli ağırlaştığını gösteren bir durum. Ermeniler soykırım anlarında sıradan düşmanlıktan çıkıp kana susamışlık gibi caniliği imleyen sıra dışı bir canavarlığa terfi ettirilmiş durumda. Aslen Bitlisli olan yazarın düşmanlığın şiddetini bir tık öteye götürmesinin bir sebebi olarak Rus ordusuyla birlikte Van, Bitlis ve Erzurum bölgesine giren kimi ermeni gruplarının intikamcı eylemlere yönelmesinin de bir payı olmalı.  

Jin Gazetesi ve 1915

Jin gazetesinin Osmanlının savaş sonrası yenilip teslim olduğu dönemde çıktığı unutulmamalı. Sykes-Pycot, Mondros mütarekesi ve Sevr antlaşmasıyla halkların kaderinin bir avuç sömürgecinin cetvellerine emanet edildiği bir dönemde gazetenin neşredilmesi gazetenin muhtevasını şekillendiren başlıca siyasi faktördü. Jin gazetesinin temel amacı Kürtlerin varlığını ve Kürdistan’a egemenliğini hem komşu halklara hem de büyük devletlere anlatmak ve ispat etmekti. Gazete için Wilson ilkeleri neredeyse siyasi bir amentü gibiydi. Her yazı öyle ya da böyle bu ilkeleri konu ederek yazılmaktaydı. Gazetenin neşredildiği süreçler Kürdistan’ın egemenlerce dörde bölüneceği süreçlerdi. Gazete bu tehlikenin pek de farkında olmaksızın Wilson’a övgüler düzmekteydi. Zaten gazete esas tehlikeyi Wilson’gillerden değil Ermenilerden beklemekteydi. Gazeteye göre Kürdistan’ın Ermenistan olma olasılığı daha muhtemeldi. Bu nedenle gazete esas enerjisini bunu önlemeye harcamaktaydı.

Gazetenin bir başka özelliği ise soykırımla hiçbir şekilde ilgilenmemesiydi. Tam 9 sayı yayımlandıktan sonra soykırım fiilini ima babında “ermeni faciaları”, bir yazı da ise “kitle kıyımı” kavramları kullanılmıştı, hepsi bu kadar. Bu kavramların hiç biri soykırımın ağırlığını ortaya koyan kavramlar olmadığı halde bu kavramları kullanan yazarın da soykırım fiilini yumuşatma babında bu kavramlara müracaat etmesi ayrıca talihsizdi. O kadar ki “kitle kıyımı” tabiri kullanıldığı halde, kıyımın nüfusu azaltmadığı şeklinde sarkastik irrasyonel sonuçlara bile varılmaktaydı. Gazete soykırıma gözlerini tamamen kapattığı için soykırımdaki Kürt iştirakini de görmemişti. Aksine bu katliamlara katılan yerel otoritelere Kürdistan’ın koruyucuları olarak neredeyse Hektor muamelesi gösterilmekteydi.

Hülasa Kürdistan sosyo-politiğinde 1830 yıllarından itibaren gelişen Ermeni karşıtı toplumsal, iktisadi ve dinsel bir damar, Kürdistan gazetesi ile entelektüel, politik ve etnik bir tutum haline gelecekti. Kürdistan gazetesi bu ermeni karşıtı damarı Kürt kimliğinin tamamlayıcı ve tanımlayıcı bir parçası haline getirdiğinde, Ermenilerden hazzetmeyen bu damar artık Kürtlük siyasetinin içine kalıcı bir şekilde alınmıştı.  Kürt kimliğini ve Kürtlüğü, Ermeniliğin karşıtı bir söylemle inşa eden bu inkarcı damar başlangıç dönemlerinde hem Kürt milliyetçiliğine hem de Kürt siyasetine hakim olacak kadar dominant bir diskur haline gelmişti. Bu şekilde 1830 ile 1930 arası muhteva olarak Kürt kimliğinin, siyaset olarak Kürtlüğün ve politik örgütlenme olarak Kürt milliyetçiliğinin baskın bir damarının ermeni karşıtı bir fikriyat sahibi olduğu tartışmasız. 1930’lara doğru Hoybun’ın Taşnakçılarla işbirliği yapmasıyla birlikte Kürt hareketi muhtevasındaki ermeni karşıtı damarla arasına mesafe koymaya başlayacaktı. Böylelikle 1830-1930 arası Kürtlüğün yüzyıllık anti-ermeni parantezi bu şekilde kapanacaktı.

Kaynakça

Jin Gazetesi, M.E.Bozarslan edisyonu, Uppsala,İsveç
Roji Kurd, Weşanen Enstituya Kurdi ya Stenbole
Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, M.E.Bozarslan edisyonu, Uppsala,İsveç
Kürdistan Gazetesi, M. E. Bozarslan edisyonu, Uppsala, İsveç
Celile Celil,  Kürt Aydınlanması, Avesta yayınları
Hans- Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları
Garo Sasuni,  Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, Med Yayınları
M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön-Türklük, İletişim Yayınları
Vahakn Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, Belge Yayınları
Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı,  İletişim yayınları
Yves Ternon, Bir Soykırım Tarihi, Belge Yayınları
[1]Jin dergisi II. Cilt, s. 372.  (1918-1919) Weşanxana Deng, Upsala, Sweden.

Kategoriler

Dosya



Yazar Hakkında