Artık olmayan bir anıt anlatıyor bütün hikâyemizi. İstanbul-Harbiye’de, artık olmayan bir mezarlığın köşesinde –ya da içerisinde– yer alan, yere kapaklanmış, ağlayan bir kadının artık olmayan bir heykeli.Kayıp olmuşuz. Adımız bilinmiyor. Bilen, ‘hiç bilinmese de olurmuş’ kadar biliyor. Sofrada eksantrik bir yemek, sinemada bir küçük yan rol ya da tozlu anılarda anlatılan tonton bir amcayız. Ama bu yokluk artık bizim meselemiz değil. Bu yerinden yurdundan edilmişlik, haksızlığa uğramışlık, talan edilmişlik bir büyük kayıp, yok oluş vakasıdır. Ama bizim vakamız değil, memleketin vakasıdır.
24 Nisan 1915 tarihiyle simgelenen, hayatını kaybetmiş bir milyondan fazla kurbanın anılması için dikilmiş olan ve artık orada olmayan bir anıt.
O anıtın bıraktığı boşlukta yaşıyoruz. O yokluk, en iyi anlatan şey olmuş bizi. Haberdar olmadığımız ama içinde olduğumuz ve bizi boğan bir yokluk...
Boş okul koridorları, sahipsiz binalar, devrilmiş tabelalar, sessiz kiliseler, öğrencisiz okullar ve aslı unutulmuş, değiştirilmiş yer isimleriyiz.
Sürekli karşına çıkan, artık canını bile acıtmayan, alışılmış bir yokluk. Nasıl alışmayacaksın?
Atalarının köylerine gidersin, 40-50 sene önce dinamitlenmiş binalar ve ‘onlar gitmeden önce’ hikâyeleri bulursun. Gitmelerinin neden, de yoktur, mezarlıklarda duvar, mezarlarda taşlar da yoktur. Hasbelkader bir-iki mezar taşı kalmışsa ya satılmış, ya defineciler tarafından parçalanmış ya da üzerine hela yapılmıştır. Yoksundur. Hiç olmamış gibi de değil, ibretlik bir yok oluştur bu.
Olanı söylemenin, üzerine konuşmanın suç olduğu, “Canım yanıyor” demenin ihanet sayıldığı, ‘daha mühim’ şeylerin çok önemsiz detaylarıyız artık.
Hiç konuşmasak o yokluktan kurtulacağız sandıkça suskunluk daha da beter hale getiriyor her şeyi.
Artık yerinde olmayan, yere kapaklanmış ağlayan bir kadın heykelinin bıraktığı boşluğuz.
Kayıp olmuşuz. Adımız bilinmiyor. Bilen, ‘hiç bilinmese de olurmuş’ kadar biliyor. Sofrada eksantrik bir yemek, sinemada bir küçük yan rol ya da tozlu anılarda anlatılan tonton bir amcayız.
Ama bu yokluk artık bizim meselemiz değil. Bu yerinden yurdundan edilmişlik, haksızlığa uğramışlık, talan edilmişlik bir büyük kayıp, yok oluş vakasıdır. Ama bizim vakamız değil, memleketin vakasıdır. Biz bu yoklukta olmaya alıştık.
Bu memleket, 70 yaşındaki bir adama yumruk atanlara alkış tutanların, zekâ sorunu olan bir kız çocuğuna kasabaca tecavüz edenlerin, metroda yolda otobüste gülümsemeyi unutanların, “Bir fırsat çıksa da kapağı Avrupa’ya atsam” diye düşünenlerin, her defasında kendisine öteki olduğu hatırlatılanların, köyleri bombalananların, aydınları canlı canlı yakılanların, birilerinin her daim bir linçe kurban gitme potansiyelinin olduğu bir memlekettir artık.
Bütün bu kötülüklerin tek sebebi, işte bu yokluk.
Çünkü, 100 yıldan biraz fazla bir zaman önce birileri, aynı bugün olduğu gibi, devletin bekasını korumanın yolunu bulduklarını zannettiler; sapıkça bir yoldu bu. Şimdi ağızlarından salyalar akıtarak yaptıklarını, o zaman topla, tüfekle, yağma sarhoşluğuyla yaptılar.
Onların yok ettikleri bir millet, bir dil, bir kültür falan değildi. Bütün bir coğrafyayı yok ettiler. Yeteri kadar kuvvetli bir bahane bulduğunda her türlü suçu işleyebileceğini öğrendi burada yaşayanlar. Yeteri kadar güçlü olursan kimsenin senden hesap sormayacağını ve sesin çok çıkarsa her şeye kulağını tıkayabileceğini öğrendi.
Kan dökerek zengin olmayı, yağmayı, talanı, yalanı, iktidar için her şeyi mubah kılmayı öğrendi bu kötülüğü yapanlar. Ve hesabı sorulmayan suçların üzerinde oturanlar, o suçları bu sefer farklı suretlerde işlemeye devam etti.
Şimdi bu derine, çok derine kök salmış kötülükle yaşıyoruz. Bu çürüme 100 sene önce başladı. Yüzleşmedikçe içimizi kemiren bir kanser gibi, bizimle yaşayacak.
Zulüm tarlasında zülüm biter.