‘Şimdi size orkinosların nasıl bittiğini anlatacağım’
Fotoğraflar: Berge Arabian
FUNDA TOSUN
[email protected]
Yenikapı iskelesine bağlı küçük balıkçı teknelerinde yaşayan “bir elin parmaklarını geçmeyen” Ermeni balıkçılardan biri Agop Kiremitçioğlu. Onun hikâyesine ilk defa Bahriye Karadayı ve Burak Dal’ın Boğaziçi Balıkları belgeselinde rastladık ve peşine düştük. Kendi hesabına göre 82 yaşında olan Agop Reis’e, üç günlükken geldiği Yenikapı’da, evini terk ettikten sonra yerleştiği kayığında misafir olduk. Agop Reis bize pek çok şey anlattı. Ama bütün anlattıklarının özetini, Boğaz’da orkinosların nasıl bittiğine dair cümlelerinde bulduk biz. O, orkinosların tükenişiyle birlikte aslında bir dönemin insanlarının da nasıl bittiğini anlatıyordu. Agop Reis, başkaları yaşasa ağıta dönüşebilecek bir ömrü, hoş sohbetiyle, deniz gibi kıpır kıpır yüreğiyle anlattı; biz de dinledik.
Almanların torikleri
Doğma büyüme buralıyım. Kadırga’da doğdum, üç günlükken Yenikapı’ya geldim. Artık buradan da ne zaman gideceğim meçhul… Çocuktum, buraya tren yolu yaptılar. Sonra Almanların vagonları geldi. Kalıp buzlar gelirdi ilkin, sonra makineye koyup ezerlerdi onları. Kilolarca buz ve kilolarca torik geliyordu. Vagonları doldurmak için en az yüz kişi çalışıyordu. Bir yandan deniz kıyısından torikler yükleniyor, bir yandan buzlar. Ben de öyle bakıyorum. Vagonları saydım bir süre, sonra toriklere aklım takıldı. Almanların toriklerine… Almanlar neden oradaydı, neden trenlere balık yüklenirdi bilmiyordum; açıkçası merak da etmedim. Ama torikler ilgimi çekti. Sonra küçük balıklar gördüm, gümüş balıkları. Evden annemin makaralarından bir tane çaldım. “Çaldım” diyorum, çünkü sorduğunda, “Ben görmedim” dedim. Bakkaldan da iğne aldım. Kendime bir olta yaptım. İki kulaç su vardı zaten oltayı attığım yerde. Görüyordum balıkları. İlk gün 8 kuruş, sonraki gün 12 kuruş kazandım. Şimdi 82 oldum. 82 diyorum, çünkü ilk ayın on birinde doğmuşum. Ocak ayının. Ocak bitti, seksen bir de bitti bana sorarsan.
‘Askerliği o anda kafada bitirdim’
Askere gidene kadar balıkçılık yaptım. Elazığ’a gittim. İki sene yaptım. 51’de gittim 53’te döndüm. Bizim zamanımızda bahriyeli üç sene yapıyordu, piyade iki sene, jandarma iki buçuk sene. Bir şeyler oldu orada. Dört-beş arkadaş içkiliydi. Derler ya içki içmek önemli değil, sonrası önemli. İşte orada bir şeyler oldu. Benim kâğıtları aldılar. Bahriyeden men ettiler. Komutan dedi, bu kâğıtlar işe yaramaz artık, yenisini alacaksın. Ben dedim ki “Komutan ben nereye gittiysem bu kâğıtlarla itibar gördüm.” Sonra araya birilerini soktuk, kâğıtları yeniledik falan filan. Ama bu olayın Ermeni olmamla alakası yoktu… Asıl başka bir olay oldu, o canımı sıktı ve o noktada ben askerliği kafada bitirdim.
160 astsubay, 160 muhafız eri vardı. Hepsinin bir işi vardı. Bana hiçbir iş vermediler. Bir zaman sonra, bir soğuk demirci geldi. Kazan dairesine. Adını hatırlamıyorum ama çok iyi bir insandı. Nur içinde yatsın (Agop Reis bu dostunun öldüğüne dair bir haber almamış ama bu yaşlarda artık ölüneceğinden emin) bu adamı benim üstüme verdiler. Daha dün gelmişti oysa. Astsubaya sordum “Niye?” dedim. “Yarın bir gün bir olay olursa sana güvenemeyiz” dedi. Ben de “Tamam” dedim. Askerliği o anda kafada bitirdim. Sonra hiç umursamadım kim çavuşmuş, kim yüzbaşı olmuş…
Döndüm, balıkçılığa devam. İki bot aldım, hem kendim kullanıyordum hem de kiraya veriyordum. O zaman balıkçıların yüzde sekseni Ermeni ve Rum’du. Tabii şimdi onlardan kimse kalmadı, artık bir elin parmaklarını geçmiyor sayımız. Balıkçılık da keyifliydi gerçekten. Ben kimsenin yanına girmedim, kendi kendimi yetiştirdim. Yalnızlığı sevdiğim için… Yoksa Balat’ta çok meşhur oltacılar vardı. Benim yanıma aldığım balıkçıların hepsi ev sahibi oldu, bilmem ne oldu. Ben parayı buldum mu şaşırıyordum. Yiyip içiyordum, para bitince tekrar işe başlıyordum.
‘Ben biraz tuhaf adamdım’
İşin açığı ben biraz tuhaf adamdım. Perşembepazarı’nda Zincirli Han vardı, babam orayı açıp kapatırdı. Sandıklar falan vardı, çember çekerlerdi o sandıklara dağılmasın diye. İşte orda bu işlere de babam bakardı. Babam Adapazarlı, annem Bartınlıydı. Ne zaman gelmişler, niye gelmişler, sormadım. Babamın demesine göre Arabistan’dan gelmişler İzmit’e. Bilmem kırımda ne olduğunu, babam anlatırdı bazı bazı da, ben hiç kulak vermedim.
Kaçar giderdim. Zaten 18-20 yaşımda kavga ettim evdekilerle, ayrıldım gittim. Vallaha niye kavga ettiğimizin de sebebini bilmiyorum, hiç düşünmedim ama anlaşamazdık. Abim de babam da rahmetli oldu gitti. Şimdi arkasından konuşmak olmaz ama hep kavga ederdik onunla. Çekemezdik birbirimizi, babam da hep onu tutardı, daha bir gün beni haklı bulduğunu bilmem. Bir gün yine bir kavga, ben kapıyı çarpıp çıktım. “Bir daha bu evin kapısından adımımı atmam” diye de ant verdim. Bahçemizde keçi yoktu ama ben keçi sütü içmişim galiba, inatçıyım yani. Anamla da pek aram yoktu. İşin aslı, beni sevmeyeni ben de sevmem. Anamın işi gücü hep ufaklaydı. Simon’du ismi, bir de Kevork abim, biraz da onunla ilgilenirdi. Benimle pek alakası yoktu. Bir gün geldi anam buraya kayığa, babamdan ayrıldığını söyledi. Öyle haberim oldu, babamın artık evin başında olmadığından…
Neyse, evden kaçtığım gün artık kayıklarda yatıp kalkmaya başladım. Hiç evlenmedim. Guguk kuşu gibi geziyordum. Karı kız, en çok da içki. Bir buçuk sene evveline kadar benim kayığın başucunda bir büyük dururdu her daim. Üç yıldır sigara da içmiyorum körpe ciğerlerim zehirlenmesin diye. Dedim ya ben biraz tuhaf adamdım. Sekiz on tane kayığım vardı. Bir tanesi dışında hepsi kiradaydı. O kayıklardan her gün bir şey gelirdi. Kumkapı’dan Bakırköy’e baktığın zaman üç motorlu görürdün o zamanlar. Biri benimdi, o kadar iyiydi yani durumum. Bana evlenme lafını açan kadınlara “Ben her gece beş lira verip evleniyorum” derdim. Gücenirlerdi, çoğu bir daha yüzüme bakmazdı. Ama güzel kadınlardı, öyle şimdiki kukla kadınlar gibi değildi. Duble kadınlardı.
Pehlivan’ın yeri
Balat’ta bir yer vardı. Pehlivan’ın yeri. Adamı görsen, izbandut gibi, güreş resimleri duvardaydı, madalyaları vardı. Saat sekiz dedin mi millet dökülürdü. Rumlar, Yahudiler, bir Ermeni ben vardım, geri kalanı da Türk. Hafif hafif demlenmeye başlardık. Saat onu geçince perdeler inerdi. Senin pehlivan parmaklarına bir çengi takardı, değme köçek onun yanında halt yemiş. Nasıl güzel oynardı anlatamam. Yenikapı’da bir şoför arkadaşım vardı, ben mi ona uydum, o mu bana uydu bilmiyorum. Biz bütün sermayeyi onunla Pehlivan’a yükledik. Üç tane damalı taksisi vardı, hepsini sattı, ben de elde avuçta ne varsa satıp Pehlivan’da yedik. Ben masaya oturdum mu sorardı Pehlivan “Bir buçuk mu iki mi?”... O arkadaşım da üç yıl önce öldü. Ben sol kolumu kaybetmiş gibi üzüldüm. Nur içinde yatsın. Gitti kurtuldu diyelim artık. Samatya’da, Kumkapı’da halkın yüzde sekseni Ermeniydi. Hepsi kaçıp gitti. Balat Yahudi mahallesiydi, orayı da Lazlar, Karadeniz uşakları işgal etti.
‘Bir tek gözüme üzüldüm’
Üzüldüm dedim ya şimdi. Ben bütün hayatım boyunca hiç üzülmedim aslında. Allah’a şükürler olsun, yedim, içtim, gezdim. Yediğim de yaradı, içtiğim de, gördüğüm de. Yalnız, üç ay evvel bu gözümü kaybettim gibi bir şey oldu. Düştüm müştüm, bir şeyler oldu. Gittim doktora, bir ameliyat yaptı doktor. Dedi ki “Tuzlu sudan uzak dur.” Bu gözüm bitti gibi bir şey artık. Hiç aklıma gelmezdi gözümün beni bırakacağı. İşte ben hayatta bir tek bu gözüme üzüldüm. Geceleri bazen kayığın duvarlarına vuruyorum. “Ölmezsen efendi gibi otuzunda kırkında, yaşarsan sanki bok varmış gibi bu saate kadar, olacağı bu!” diye kendime kızıyorum.
Japon radarları gelince
Bizim zamanımızda balıktan para kazanılırdı. Şimdi üç buçuk ayda anca dört beş defa denize çıktım, o da yalan. Bir bok yok. En yenecek balık lüfer balığıdır. O da dört tanesi bir kilo gelecek. Kofanaymış, sarıkanatmış, çinekopmuş, üç yüz gramı geçti mi işe yaramaz. Damak tadı olan kişi yemez. Bu sene bir kere balık yedim. Lüfer yoksa tekir ya da kalkan ama erkek olacak. Beş parmak kalınlığında olmadı mı çiğnersin çiğnersin yutamazsın. Anlattım ya, torik balıklarının hepsi Almanya’ya gitti, kalmadı torik.
Reislik bitti, şimdikiler hep cihazla. Cihaz balığı görünce bir sinyal veriyor, kumandanın başındaki basıyor düğmeye. Hoop balıklar ağda. Bizim zamanımızda reis saatlerce denize bakardı. Böyle havalarda balık kendini göstermezdi ama tecrübeli reisler saatlerce denizi izleyip bulurdu balığın yerini. Kuyruk attı mı balık, reis anlardı yerini. Aylı gecelerde balığa çıkılmazdı. Yakamoz yapar çünkü deniz, böyle ateş saçardı, ışık yapardı suyun üstü, bir şey göremezsin. Ay karanlığında çıkılırdı denize.
Şimdi ben orkinosun nasıl bittiğini söyleyeceğim ve bu konuşmayı bitireceğiz. 75- 80 yıllarında, iki boğaz arasında, yani Rumeli kavağıyla Anadolu kavağı arasından geçip de biraz açıldığında yunus balıklarını görürdün. Su içinde oynarlardı. Biraz daha gittin mi orkinosları görürdün. Japonlar kendi denizlerini kuruttular. Bizim uyanık gırgır sahipleri de Japonlardan o ağları aldılar, radarları aldılar, yıldırım hızıyla kendilerine taktılar. On beş günde Karadeniz’i kuruttular. İki boğazı geçtiğinde adam denize düşse batmazdı, uskumru balığından, bir ayda uskumruyu kuruttular.
Ben derdim ki “Yüz yıl geçse bu orkinoslara bir şey yapamazlar.” Öyle bir güzel hayvandı ki bu orkinoslar, alayla geçerlerdi. Hani evvelden Nisan, Mayıs oldu mu Florya kuşları geçerdi, bin bir renkte. İşte bu orkinoslar da havada put attığı zaman bin bir çeşit renge bürünürdü. Ben derdim ki “Bunlara kim ne yapabilir.” Yaptılar vallaha…

‘BU MEVZULARI KONUŞMAYALIM’
6-7 Eylül’de Yenikapı’daydım. İyi insandım demek ki, beni sevip sayarlardı. Bu yüzden bir zarar görmedim ama görenler çok oldu. Beyoğlu’ndan bir güruh aşağı indi, her tarafın cam çerçevesini indirdiler. Dükkânların içinde ne kadar mal varsa alıp kaçırdılar, sırtlayamadıklarını sokaklara döktüler. Bizim millet yağmayı sever ne de olsa. Ama asıl Varlık Vergisi zamanı millet çok perişan oldu. Perşembepazarı’nda hep Haylar (Ermeniler) vardı o dönemde. Mihran Geçeryanoğulları vardı. Dükkanlarını mallarını biz otursak üç gün uğraşsak pay edemeyiz, öyle varlıklıydı. Adamı sürdüler gitti Erzurum’a… Neyse, bu mevzuları boş ver şimdi. Konuşmayalım.

