Ferhat Kentel: '24 Nisan ya da birlikte insan olmak'

Ferhat Kentel, 'Nefessiz bırakan bir atmosferin kapana kıstırdığı insanın da katları var... Ve bu katlar ancak 'başkaları' sayesinde açığa çıkıp, konuşabiliyor' diyor. Kentel 24 Nisan'ın, Ermenilerin acısının paylaşılarak örtülü kalmış insanlığın, 'belki de hemen sathın altındaki– katını keşfetmeye çağıran bir yıldönümü' olduğunu ifade ediyor.

1970'lerin –Demirelvâri– sağcı politikacılarını hatırlatan bir bakanın ağzını her açtığında nice çamlar devirdiği, sağa sola hakaret ettiği, nefret söylemi ürettiği; darbecilerin, Ergenekoncu zihniyetin ve bunların ulusalcı taşeronlarının sürekli bir yerlerden hortlayıp, düşmanlık saçtığı bir toplumda geçmişle yüzleşip, iyileşmek kolay olmuyor.

Hikmetinden sual olunmaz bir devletin sirayet ettiği bir memleketin tv'lerinde, gazete manşetlerinde, köşe yazılarında, sanal âlemlerinde küfrün bini bir para giderken, toplum içindeki her insanın içinde bir yerlerde yaşayan ahlakın, erdemin, diğerkâmlığın cesaret gösterip ortaya çıkması da pek kolay olmuyor.

Ama 'yerin yedi kat altı' diye bir yer var...

Nefessiz bırakan bir atmosferin kapana kıstırdığı insanın da katları var... Ve bu katlar ancak 'başkaları' sayesinde açığa çıkıp, konuşabiliyor.

'Biz' diye inşa edilmiş, 'düzleştirilmişortalama insan kendi içindeki zenginliği de ancak başkalarının 'düzleştirilememiş' olan özellikleriyle keşfedebiliyor.

Çok fazla paylaşılan özelliklerimizin (aşk, ölüm karşısında duyulan acı, yas tutmak, inanmak, sınıfsal aidiyet, eşit ve özgür yaşama arzusu vb.) ötesinde, belki sadece bir özelliğimiz (camiye, kiliseye ya da sinagoga gitmek; Türkçe, Boşnakça ya da Gürcüce konuşmak, farklı bir hafızaya sahip olmak vb.) nedeniyle farklılaştığımız 'başka' insanların sesleri bize bizi hatırlatıyor. Onların dinmeyen sesleri sayesinde, ortalamanın tornasına girmek ve uyum sağlayabilmek için kendi içimizde bastırdığımız ve bizi kendimize yabancılaştıran mengenelere rağmen kendimizi yeniden keşfedebiliyoruz.

Herkesten bir şeyler öğreniyoruz. Çok acı çekenlerin bazen öfke dolu, bazen sessiz çığlıklarla anlattığı bölük pörçük hikâyeler bize kadar ulaşabildiği zaman içimizde üzeri örtülmüş katlar mırıldanmaya başlıyor.

Kürtler adam yerine konma mücadelesi verdikleri için, 1915'in dinmeyen acısını hiç unutmamış olanErmeniler o 'Büyük Felaket'i bize hatırlatıyorlar. Ermenilerin yası, duymak istemeyenlere rağmen Çerkeslere ulaşıyor; onlar ise anlam dünyaları 'xabze' sayesinde hiç unutmadıkları sürgünlerinikonuşabiliyorlar, ama aynı zamanda sürüldükleri bu topraklarda unuttukları anadillerini arıyorlar ve bize sesleniyorlar. 'İkna odalarında' hayatları karartılmış gencecik başörtülü kadınlar gösterdikleri direnişle, diğerlerine cesaret verirken, kazandıkları tecrübeyle onların acılarını duyuyorlar.

İşte 24 Nisan Ermenilerin yaşadığı 'Büyük Felaket'in başlangıcının yıldönümü... Ve Ermeni olmayanların içlerindeki insanlığın 'yedinci' –belki de hemen sathın altındaki– katını keşfetmeye çağıran bir yıldönümü...

Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi, 24 Nisan'ın yıldönümünde, önceki iki yılda olduğu gibi 'Bu acı bizim acımız, bu yas hepimizin' demek ve adı ne konursa konsun, herkesi 1915 kurbanlarını anmaya çağırıyor:

'Bu acı hepimizin

24 Nisan bir kin günü değil. Bir küfür günü de değil. Gelin, önce o gün ne oldu, onu paylaşalım.

1915 yılının o gününde Anadolu'nun en eski halklarından Ermenilerin 250 kadar aydını apar topar evlerinden alınıp Çankırı ve Ayaş'a, dönüşü olmayan bir yola sürüldü. Mebusu, doktoru, çevirmeni, öğretmeni, gazetecisi, yazarı, sanatçısı bütün bu insanlar bir halkın sesiydi. Meşrutiyet sonrasının özgür ve eşit günlerine inanmıştı. Düşleri, dönüşsüz yollarda kendileriyle birlikte kayboldu gitti.

Sesini yitiren bir toplumun başka neyi kalır ki geriye? Çoluk çocuk, genç yaşlı kafilelerle Ermeni halkı Anadolu'nun dört bir bucağından çöllere sürüldü. Evin erkekleri öldürüldü, kiliseler, okullar harabeye döndü. Mal mülk el değiştirdi. O korkunç soykırımın sonunda Ermenilerin varlığından geriye sadece yasaklı fısıltılar kaldı.

Susulunca unutulmadı ama. İnkâr edildikçe yok olmadı. Aksine yara iltihaba döndü, çözümsüzlükte kemikleşti. Birçok vicdanlı Müslüman ellerinden geldiğince Ermeni komşularını kurtarmaya çalıştıysa da Anadolu'daki tahribat kalanlar için büyük oldu. Bu topraklar bir daha iflah olmadı.

Ömrünü Anadolu halklarının barışına adayan ve bu uğurda canından olan Hrant Dink, yarayı sarmanın gereğini hatırlatmış, 'Bugün hâlâ unutmayı savunanlar, aslında sadece geçmişten değil, gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır' demişti. Bir de hayali vardı: 'Bir 24 Nisan'da bu topraklarda hep birlikte tüm bu insanları hatırlamak, ruhları şad etmek, acıda ortaklaşarak sevinçler üretebilmek, yalnızca Ermeni halkının duyduğu ıstırabı dindirmekle kalmayacak, Türkiye'nin de demokratikleşmesinin ta kendisi olacaktır.'

Geleceğimiz için el ele yapabileceklerimiz var. Gelin, bu 24 nisanda meydanları dolduralım. Geçmişteki bu büyük acıya ortak bir yasla sahip çıkalım. Ve bir kez de ortak yastan çıkan umutta buluşalım.

24 nisan, 19:15'te, Taksim'de...'

***

21.04.2012

Ferhat Kentel