El-Bab: Ermeni Soykırımı’nda çöle açılan kapı

Suriye’deki savaş ve bölgede yürütülen operasyonlarla uzun süredir kamuoyunun gündeminde olan El Bab, 1915’te yurtlarından sürülen Ermeniler için de kelimenin tam anlamıyla bir ölüm durağı idi. Columbia Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapan araştırmacı Khatchig Mouradian, o döneme dair hazırlamakta olduğu makaleden bir bölümü Agos okurlarıyla paylaştı

1916 yılının ilk gününde Hovhannes Khacherian, “Aravod Louso” (sabahın ışığı) ilahisini söyleyen, yakındaki bir Ermeni kadının sesine uyandı. Atalarının toprağı Bardizag'daki (Bahçecik) evinde değil de daha önce adını bile duymadığı El-Bab kasabası yakınlarındaki bir toplama kampında olduğunu fark etmek birkaç saniyesini aldı.

Hovhannes El-Bab'a önceki gece, 31 Aralık'ta varmıştı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında o ve yanındakiler şehrin kapılarına yanaşmış, rüşvet vererek şehre girmeye boş yere uğraşmışlardı. Binlerce Ermeni'nin çadırlarda kaldığı, yakınlardaki bir toplama kampına gitmek zorunda bırakılmışlardı. 

Hovhannes kısa süre içinde, binlerce Ermeni'nin El-Bab'da açlık, hastalık ve şiddet yüzünden öldüğünü öğrenecekti. Ve hayatta kalmayı başaranlar içinse çilenin bitmesine daha çok vardı. 

Ne var ki Hovhannes El-Bab kampından sağ çıktı ve savaştan sonra bu kamp hakkında yazdı. Ve ben onun kampa varışından tam 101 yıl sonra bu satırları yazarken, IŞİD kontrolündeki El-Bab manşetlere çıkan bir haber oldu.

Yağmur ve kar

İlk tehcir ve katliam dalgasından kurtulan Ermeniler, Halep'in kuzeydoğusundaki El-Bab'a Mayıs 1915 gibi erken bir vakitte vardılar. Yetkililer tarafından kurulan bu toplama kampı en büyük kamplardan biriydi: Çöle yapılan sürgünlerin başlıca geçit noktası olan kampa, aktif olduğu 1915-1916 yılları arasında yüz binlerce insan kapatıldı. 

21 Temmuz'a gelindiğinde çoğunluğu Zeytun, Maraş, Haçin ve civar köylerden yola çıkarılmış 1466 sürgün El-Bab'a yerleştirilmişti. Sonbaharın ilk yağmurlarıyla birlikte kamp sefalete sürüklenmeye başladı. Killi bir arazi üzerinde bulunan El-Bab bir bataklığa dönüşmüştü; zemin yağmuru ememiyordu. Soykırımdan kurtulanlardan biri olan ve yolu El-Bab'tan geçmiş Hagop Seropian anılarında şöyle yazmıştı: “Uçsuz bucaksız bir alanda bulunan Ermeni sürgünlerin kampı gözlerimizin önünde belirmişti. Durum kelimelerle anlatılacak gibi değildi. Gece yağan yağmur kampı göle çevirmişti. Su insanların dizine kadar geliyordu, tüm eşyaları suya batmıştı. İçlerinde hiçbir enerji kalmamış olan insanlar pisliğin, balçığın, açlığın ve hastalığın içinde kıpırdamadan duruyorlardı... Geceki yağmur ve fırtına yüzünden çökmüş çadırların altında binlerce kişi hareket edemez halde paçavraların üzerinde, sonsuz bir ıstırapla uzanıyordu. Ne Kızıl Haç, ne yardım eli, ne de umut vardı...”

Bir kere kar bile yağmıştı.  Khacherian 1916 yılının Şubat ayında bir sabah uyanıp kampın ince bir kar örtüsüyle kaplandığını görüşünü hatırlıyordu. “Açlıkta pençeleşen, açıkta ve hasta olan insanların isteyeceği son şey buydu.”

Yaşam ve ölüm

Kamp yarı açıktı. Yerli halk bir şeyler satmak, satın almak veya sadece kadın ve çocukları kaçırmak için kampa girebiliyordu. Gece baskınlarıyla gelip bir şeyler çaldıkları ve insanları kaçırdıkları da oluyordu; jandarmaysa onları sadece izlemekle yetiniyor, hatta bazen ganimetten pay alma karşılığında kurbanlara zarar veren bu insanlara yardım ve yataklık yapıyordu. 

Çok az yiyecek vardı ve çaresizlik binlerce insanı ölü hayvanlar da dahil olmak üzere ne bulurlarsa yemeye itiyordu. Kamp sakinleri paslı metallerle hayvan kemiklerinden et kazıyordu. “Sık sık et için kavga ediyor ve buldukları etleri pişirmeden yiyorlardı. Isınmak veya bozulmuş eti pişirmek için ateş yakabilenler şanslı sayılıyordu,” diye anlatıyor Andonian. 

Çocuklarını doyuramayan bazı Ermeniler onları başkalarına verdiler. Kurtulanlardan biri olan  Verjin Tingirian, El-Bab'da tifüs kaptıktan sonra çocuğunu verme kararı almıştı. “Aç, susuz ve açıktaydık. Bunlar yetmezmiş gibi bir de tifüs çıktı. Ben de hastalandım ve kızımla ilgilenecek kimse yoktu. Sonumun ölüm olacağını düşünerek, o sırada yanıma yanaşan bir Arap'a kızımı isteyerek verdim,” diye anlatıyordu. Bu kız ve oğlan çocuklarından birçoğu onları alanlar tarafından satılmış veya El-Bab sokaklarında öylece kaderlerine terk edilmişlerdi. 

1915 yılının Kasım ayında, sabahın erken saatlerinde El-Bab'a gelen Peder  Dacad Arslanyan ürpertici bir görüntüyle karşılaşmıştı: “Yağmurdan göle dönmüş bir arazide binlerce çadır çamurun ve suyun üzerine kurulmuştu. Çadırların ucunda ölmüş veya ölmekte olan insanlar yatıyordu. O kadar çoklardı ki, hükümet tarafından ölüleri gömmek için görevlendirilenler yetişemiyordu.” Kamptaki tüm rahiplerin ya hasta ya da ölmüş olduğunu öğrenen  Peder Dacad Arslanyan duruma el atmış, “kampın etrafını ateş gibi kuşatan” tifüs yüzünden her gün ölen 350-400 insanı gömmek için kaymakamdan yardım talep etmişti. Yetkililer kampa 50 mezarcı ve süreci izlemesi için bir şef yollamıştı. Mezar kazıcıları iki gruba ayrılmıştı. Gruplardan biri her sabah rahiple birlikte 5 bin çadırı gezerek dışarı konmuş cesetleri toplarken, diğer grup da kampın dışında mezarlıkta mezar kazıyordu. Öğleden sonra cesetler mezarlığa taşınıp gömüldü. Peder Dacad, “Aralık 1915 ile Ocak-Şubat 1916 arasında yaklaşık 36-40 bin insan bu şekilde gömüldü,” diye anlatıyordu.

Çöle yeniden tehcir

1916 yılının başlarında kamp bekçileri yeniden tehcir sürecini hızlandırdı; erkekleri, kadınları ve çocukları sopalarla dövüyorlardı. Khacherian'ın anlattığına göre, “Hadi kalkın, çadırları yıkın, burada kimse kalmayacak!” diye bağırıyorlardı. El-Bab'da tek bir Ermeni bile kalmayacaktı. El-Bab cehenneminden sağ çıkan birçok sürgün, Meskene'den Der Zor ve ötesine uzanan, Fırat Nehri boylarındaki toplama kamplarına gönderiliyordu. Bu kamplar da Mart 1916 itibariyle boşaltılmış ve sürgünler Der Zor'a doğru yürümüştü. 1916 yazında, o ana kadar hayatta kalmayı başarabilmiş 200 bin kadar Ermeni, haydutların da desteğini alan jandarma güçleri tarafından katledildi. 

Halep'ten bildiren Almanya konsolosu vekili Hoffmann, Ağustos ayının sonuna gelindiğinde “Halep'ten Der Zor'a giden yolun nispeten sakin” olduğunu yazmıştı. “Meskene'den uzakta olan kamplarda yaşayanların sayısı önemli ölçüde azaltıldı. Der Zor'da yalnızca birkaç zanaatkar kaldı ki onlar da birlikler için çalışıyor. Sadece 8 hafta önce bu kampta binlerce insan vardı.” Hoffmann'a göre, kamplara kapatılan veya bölgedeki evlere yerleştirilen insanlar “ortadan kaybolmuştu”. Der Zor'dan misyonerlere mektuplar ve kartlar yollayan Ermeniler de sessizliğe gömülmüştü ve Harput'taki ABD konsolosu Leslie A. Davis bu konuda şöyle yazmıştı: “Bu da demek oluyor ki orada yaşanan katliama dair duyduğumuz dedikodular gerçekmiş.”