Madam Maria'nın dilinden: İmroz nasıl Gökçeada oldu?

Konca Altan’ın kaleme aldığı ‘Rüyaların Öldüğü Ada’ İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitap, İmroz’un yüz yıllık hikâyesini adanın yerlisi Madam Maria’nın anılarına dayanarak son derece akıcı bir dille anlatıyor. Kendisi de adada yaşayan Konca Altan’la Madam Maria’nın İmroz’unu ve bugünkü Gökçeada’yı konuştuk.

Öncelikle bu ‘anı-roman’ın serüveniyle başlayalım. Nasıl karar verdiniz böyle bir kitabı yazmaya? Yazım sürecinden söz eder misiniz?

Kitabı yazmaya başlamadan önce ilk duygum; Maria’dan öğrendiğim bilgiler karşında yaşadığım heyecan ve bütün bunların, yıllardan beri adada yaşayanlar tarafından dahi bilinmiyor olmasıydı. Maria, bana güvenip geçmişini anlatmaya başladığında, önce hepimizin evinde, değerini yeterince bilemediğimiz, yaşlı büyükanne gibi, anılarını anlatıyor sandım ki, bunun büyük bir hata olduğunu, o anlattıkça anladım, kulak kabarttım. Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiliz askerlerin meydanda çikolata dağıttıklarını, İkinci Dünya Savaşı’nda, Limni adasından kaçak gelen askerleri, İmroz siyasetine yön veren, çok sevdiği kocasını anlatıyordu. Bu anlatımlar tabii ki kronolojik bir sıra ile olmadığı gibi, o gün aklına gelenler, hatta o sıradaki ruh haline göre oluyordu. Laz komşuya kızmışsa, onların adaya ilk gelişlerini, televizyonda Kıbrıs meselesi için yeni müzakere haberleri çıktığında, Barış harekâtını, ben ona Beyoğlu’ndan hediye getirdiğimde, orada gittiği terziyi anlatıyordu. Bütün bu kopuk, tarihsiz anıları not almaya başladım. Maria’nın anıları, ‘1. Anı’ diye başladığımda, niyetim unutmamaktı. Süreç böylece başlamış oldu, o anlatıyor, ben daha sonra kayıt altına alıyordum. Bütün bunlar onu sıkmadan oluyordu. Bazen birlikte kahve içerken, bazen yemek yaparken, bazen onu götürdüğüm doktorda sıra beklerken, o hep anlattı.
Maria yalnızdı,  ikimizin ailesi de çok uzaklarda telefonun diğer ucundayken, öyle bir an geldi ki biz aile olduk. Maria, bir sabah, beyaz örtüye sarılı bir paketle beni bekliyordu. “Bu nedir?” diye sorunca, “Aç bakalım senin için” dedi. İçinde muhteşem renklerde bir yatak örtüsü vardı. Örtünün adada üretilen ipekten, kök boyasıyla boyanmış, annesi tarafından ev tezgâhında dokunmuş olduğunu anlattı. Dokunmaya bile kıyamıyordu, üzerindeki geometrik desenlerdeki intizamı gösterdi. O hale gelebilmesi için annesinin günlerce, hatta aylarca nasıl uğraştığını anlattı. Sonra da evliliği boyunca ona kıyıp kullanamadığını söyledi. Ben onu dinlerken, göz pınarları yaşlı bana baktı ve “Bu artık senin” dedi. “Ama Maria olmaz, bu ailende kalmalı” dediğimde “İşte sen benim kızımsın, yanımdasın” dedi. O andan sonra, daha yakındık, mesele dokunmuş bir örtü değildi mutlaka, paylaştığımız sevgiydi.
Ben onu sağlığı ile ilgilenirken, o da bana yemek yapmayı öğretti ve hep anlattı. Anlatılanları bir kronolojik sıraya koymaya karar verdiğimde, çok zorlandım. Maria hep ‘anları’ anlatıyordu, çok belirgin bir tarih yoksa olayın ne zaman geçtiğini çözemiyordum, sonra evde çalışıp, o anıya geri dönüp, sorular sormaya başladım. “Maria, hani eve askerler geldiğinde hangi yıldı” dediğimde, “Nerden bilirim bre” diye kestirip atınca, yeni yöntemler geliştirdim.
“Maria, o yıl başbakan Menderes miydi? yoksa Demirel mi? yoksa Ecevit mi?” diyordum. Bazılarını hatırlarken, bazılarını hatırlamıyordu. Sonra “Bu anıda, oğlun kaç yaşındaydı?” deyince yaklaşık tarihler vermeye başladı. En zorlu süreç başlamıştı, kendiliğinden anlatmaktan çıkmıştık, ben onu soru yağmuruna tutuyordum, tabii ki sıkıldı. “Ne çok sordun bre Koncemu” diyordu. Böylece, kitabın ana hatlarının oluşması için süreç geniş bir zamana yayıldı, ama onunla muhteşem günler geçiriyorduk, birlikte kiliseye gidip mum yakıyor, bazen de eş dost ziyareti yapıyorduk, beni adanın eskileri ile tanıştırıyordu.

Madam Maria gençlik yıllarında

Kitabın ana hattının diğer unsurları da bu şekilde oluşmaya başladı. Bir evde, herkes gidince Gliki köyde tek başına kalmış papazın hanımı, o yılları uzun uzun anlatırken, beni hiç sorgulamadı. Maria ile birlikte evini ziyaret etmem yeterliydi. Ve tabii Maria’nın konukları; dünyanın her tarafından gelen, kuzenler, kardeşlerinin çocukları, Amerika’da bir üniversitede profesör, Avustralya’da restoran işletmecisi, Atina’da kalp profesörü, İstanbul’da Moda'da yaşamaya devam eden madam ve değerli dostum Maria’nın oğlu, kendi bakış açılarıyla geçmişi anlattılar.  Ama bu kez, söyleşi şeklinde geçen sohbetlerde, daha çok bilgi edindim. Genç olmaları, çok şey bilmelerine engel değildi, onlar da kendi ailelerinin yaşadıklarına çok hakimdiler.
İşte, gerçekleşen bu mucizenin benim hafızamda yok olup gitmesi veya karalama defterimde kalması, çok yazık olurdu. Sonra çalışmaya başladım, önce ada hakkında yazılı kitapları, üniversite tezlerini okudum, o günlerde gerçekleşen siyasi gelişmeleri, İmroz’a etkileri bakımından yeniden inceledim, sonra günlük gazetelerin arşivlerine girip, o günlere dair atılan manşetleri değerlendirdim, yazdım not aldım sıraladım. Adada geçmişte çalışmış memurları, mahkûmları, göçle gelenleri, onların çocuklarını, herkesi dinledim. Tarihin içinde kayboldukça Maria’ya koşup, yeniden, yeniden sordum. Maria, eşime “Bre Doğan, senin bu hanımın ne çok soruyor” diyordu, gülüyorduk.
Bu kitabın yazılma motivasyonlarından biri de; Maria’nın kocasının, haç şeklindeki mezar taşının, defalarca kimliği belirlemeyen kişiler tarafından kırılmasıydı. Her seferinde, yeniden onartıyor, “Yok olup gideceğiz işte, bari taşın kalmasına izin verin” diyordu. Adada, kocasından bir iz kalsın istiyordu. Ona, bu kitapla, kocaman bir iz bırakmak istedim. Maria hiç unutulmasın istedim. İmroz sokaklarında, sağa sola bakarak gezen turistler için ise ‘Maria buradaydı, yaşadı, İmroz onun adasıydı’ demek istedim, bunu başarmış olmayı yürekten diliyorum.
Bu kitaba en az benim kadar inanan ve doğmasını sağlayan Tanıl Bora’ya özel olarak teşekkür ediyorum. Bu kitapta olmayan, Maria’nın günümüz politikalarına ait görüşleri de var ancak maalesef bu kez kendine yer bulamadı.

İmroz üzerine araştırma yaparken sizin Türkiye'nin ve İmroz'un yakın tarihine bakış açınızda değişiklik oldu mu? Bir başka deyişle 'Rüyaların Öldüğü Ada' sizi, sizin bakış açınızı da değiştirdi mi? 

İmroz Adası, günümüzdeki adıyla Gökçeada’nın ilk algısı turistik olması. Adada eskiden Rumların yaşadığını, eski güzel evlerin onlara ait olduğunu, hemen herkes biliyor. Ama bu günlerde, neden böyle azaldıklarını sorgulayan kişi sayısı çok az. “Gitmişler” deniyor. Bu doğa harikası adayı, evlerini, bağlarını bahçelerini, zeytinliklerini teknelerini neden bırakıp gitmişler, sorgulamak kimisinin ilgisini çekmiyor, büyük çoğunlukta bununla yüzleşmekten korkuyor. 
Adaya gelen ziyaretçiler için, turistik bir anı olurken, “Yunan adalarına gitmedik ama Gökçeada’ya geldik” diye bir yanılgıyla fotoğraf çektirirken, adada yerleşik olanlarsa onların bıraktığı arazileri, evleri kullandıklarından, çoğu zaman konuyu bile açmıyorlar. Adada kalan çok az sayıda Rum ise genelde asimile olmuş durumda, kendi aralarında daha girift ilişkileri olsa da, ada halkıyla kaynaşmışlar. Yine de önce güvenmek, sonra samimi olmak istiyorlar. 
Ben de önce adanın doğal güzelliklerine hayran iken, Maria sayesinde öğrendiklerim, okuduklarım, diğer Rum dostlarımın yaşadıklarını içselleştirmem, İmroz’a bakış açımı tamamen değiştirdi. 
Maria’nın anlattığı bir evin önünden geçerken, içeriden çıkanları gözlemledim, bu evi gözyaşları içinde terk etmek zorunda kalan Anna’yı biliyorlar mıydı, hiç sanmıyorum. Dediğim gibi çoğu da bu gerçekle yüzleşmek istemiyor. Adada en çok söylenen “Babam bu evi bir Rum’dan satın almış, kendisi isteyerek ona satmış, onu çok severmiş” oluyor. 
Kendi yarattıkları geçmişe inanmayı seçenleri bir tarafa bırakırsak, adayı terk etmek zorunda kalanlar, ziyaret için döndüklerinde, yeni tanıştıklarına çok temkinli yaklaşıyor. Benim şansım, kalplerini açmalarını sağlayan, Maria’nın bana güvenmesi oldu. 
Maria ile ada sokaklarında dolaşırken asla mutsuz değildi. Bak şu Eleni’nin evi ahh bre ne yaramaz bir kızı vardı. Bak şurada Anna oturdu, Afrika’da kazandığını bu eve yatırmıştı, sonra, işte sonrası yok.
Bir zaman makinesinde Maria ile geçmişte gidip geldikten sonra, yapılanlar için “Onlar Rum’du” diyenlere, “Hayır onlar insandı, sadece doğdukları yerde ölmek istediler” diyorum. “Onlar gitti” diyenlere, “Hayır onların çoğu cahil adalıydılar, başka kıtalarda, başka ülkelerde nasıl yaşanır bilmiyorlardı, eşeğinin üstünde, merkezden adanın en son ucuna gittiklerinde, dünyayı dolaştığı sanacak kadar adalıydılar” diyorum.

Sözlü tarih çalışmalarından bildiğimiz kadarıyla Rumlar, Ermeniler gibi Türkiye'de yaşayan farklı inanç grupları geçmişte kendilerinin ya da aile büyüklerinin yaşadıklarını anlatmakta zorlanıyorlar. Onlarla konuşmak, yaşadıklarını ya da duyduklarını anlattırmak kolay olmuyor. Siz de benzer zorluklar yaşadınız mı? 

Ben, eşimle dar Arnavut kaldırımlı eski bir sokakta ev tutuğumuzda, tam karşıdaki evde Maria’nın yaşadığını bilmiyordum. Belki bir yıla yakın bir süre perdenin arkasından bizi gözledi. Orada olduğunu biliyordum, ama ben de üstüne gitmedim. Konukları geliyordu, onlara kapıyı yarım açıp, içeri girmelerini bekliyordu, kendisi görünmek istemiyordu. Onu bizimle tanışmaya iten duygu neydi bilmiyorum. Bir sabah konuştu, sonra kahve içmeye davet etti, sonra eşimle çağırdı, bu ziyaretler sıklaştığında, gülümseyerek bizi dinliyor, sorular soruyor, anlamaya çalışıyordu. Dediğim gibi uzun bir gözlemden sonra güvendi ve sonra anlatmaya başladı. Tanıştığımızda seksenlerini geçmişti. Ama çok canlı bir hafızası ve yalnızlığın verdiği sıkıntıyla anlatmak ihtiyacı vardı.
Onun kimseyle yakın ilişki kurmadığını bilen diğer Rumlara dostluğumuz referans oldu ve kolaylıkla ilişki kurdular. Başka türlüsü mümkün olmazdı, kısa süreli ziyaretlerinde hem bana güvenip hem de anılarını öğrenmek mümkün olamazdı.
Şu anda Maria doksanını geçti ve artık konuşurken zorlanıyor, Atina’dan yaptığımız konuşmalarda kısa süre sonra yorulduğunu söylüyor. Ondan bu anıları son kez dinleyen olarak kendimi şanslı hissediyorum, artık Maria anlatamayacak, ama anıları yaşayacak.

Kitapta da belirttiğiniz gibi İmroz özellikle 1960'lardan sonra demografik olarak büyük bir altüst oluş yaşadı. O dönemden bu yana İmroz'a gelip yerleşenler ve onların çocuklarının İmrozlu Rumlarla ilgili algılarında değişiklik var mı? Bir başka deyişe 'yeni İmrozlular'ın Rum  algısı hakkında neler söyleyebilirsiniz? 

Yeni gelenler kulaktan kulağa birtakım bilgilere sahip, ama çok da merak içinde değiller. “Onları devlet gönderdi, onlar Rum’du ayaklanma çıkaracaklardı” diyenler var. Söylediği şeyin altı doldurulamaz ama gidenin evinde yaşarken böyle düşünmek daha kolay. Birçoğu da devletin aracılığı ile toplu halde getirildiğinden, adayı yurt görmeyi kendisinde hak görüyor. Bıraktığı yerde köyü baraj altında kalmış ya da heyelana uğramış, devlet oradaki evlerini boşaltırken onları adaya taşımış. Bazıları “Geldiğimizde adayı hiç sevmedik, bizim köyümüz daha güzeldi” diyor. Ve “Madem ki devlet baba beni buraya getirdi, adanın bütün nimetleri önüme serilmeliydi” diye düşünüyorlar. Aldıkları ile yetinmediklerini hissediyorum. Adanın zorluklarına katlanıyor olmanın, onları haklı yaptığını düşünüyorlar.
Bazıları da memur olarak adaya gelip, terk etmeyenler, onlar da adada yaşanan göç sırasında burada olmanın fırsat olduğunu ama aynı günlerde adada yaşama şartlarının çok zor olduğunu söylüyorlar. Burada yaşamaya devam ettikleri için İmroz’un onlara minnettar olasını bekliyorlar.
Dediğim gibi, Rumları merak etmedikleri gibi kalanları da turistik bir unsur olarak görenler var. Bir Rum arkadaşım bana “Ne yapsak, yazın boynuz mu takıp gezsek, çünkü bu adada Rum var, diye reklam yapıyorlarmış, bizim görülecek bir şeyimiz olmalı değil mi?” demişti. Kızgındı, ata toprağında, son kalan turistik eşya gibi algılanmak istemiyordu. Ama son yıllarda, adayı severek, isteyerek seçenlerin, geçmişe merakları daha fazla, okuyorlar, bu kesimin de çoğaldığını görüyorum. Yine de şunu hatırlatmak isterim ki, son kalanlarla, bir kahvede oturup frappe içmenin Rumlarla empati kurmak olduğunu düşünenlere, onları tanımaya çalışırken önce okumalarını öneriyorum.

'Rüyaların Öldüğü Ada' Madam Maria'nın kocası Aleks'in ölümüyle sona eriyor. Atina'da yaşayan oğlu ve varsa tabii torunlarının İmroz'la ilişkileri nasıl?

Maria’nın oğlu, tam da annesinin istediği gibi bir eğitim almayı başarmış. Çok açık fikirli, Atina’da yaşıyor ve Atinalı olmaktan memnun. Daha çocuk denecek yaşta gitmek zorunda kalmasını, şans olarak görüyor. Yunanistan’a adapte olma süreci yaşamadığını, orayı sevdiğini söylüyor. Anne ve babasının Atina’ya hiç uyum sağlayamadıklarını görmüş ki, bu onu korkutmuş. “Adadan uzakta, hep eksik kaldılar başka yerde yaşayamadılar” diyor, babasının İmroz'da, arnavut kaldırımlı sokakta arkadaşıyla tavla oynamadıktan sonra, eğlenemediğini söylediğini hatırlıyor. Adada dolaşırken ona “Özlemiyor musun?” dediğimde, “Hayır, daha çok annemin arada kalmasına üzülüyorum” dedi.
Atina’da, Maria’nın tüm ailesi Türkiye’de olan biten her gelişmeyi yakından takip ediyorlar. Türk televizyonlarını seyredip, siyasetin gidişatını anlamaya çalışıyorlar. Maria’nın oğlu özellikle, bazen haberi duyup yine de anlam veremediğinde bizimle konuşuyor, anlamaya çalışıyor. Onların çocukları ise artık Türkçe bilmiyor, onlarla İngilizce konuşurken, dedelerinden, ninelerinden dinledikleri Türklerin, nasıl insanlar olduklarını merak ettiklerini anlıyorum. Sadece gülümseyerek detaylı sorular sormadan, sorulanlara kısa yanıtlar verirken, sanırım onlar da farklı olmadığımızı düşündüler.

Kısa süre önce yaşanan bir cinayet, İmroz'un geçmişini az çok bilenlerde geçmişte yaşanan ve sizin de kitapta yer verdiğiniz acı olayları hatırlattı. İmroz'da bu cinayetten sonraki hava nasıl? 

Maalesef adanın, yeniden bir cinayetle gündeme gelmesi herkesi çok üzdü. Rum okulunun 2013’te lise ve ortaokul olarak 2015’te yeniden açılması, devletin restore ettiği kiliselerin yanında, bazı kiliselerin onarılmasına izin vermesi herkesi mutlu ediyordu. Adanın Rumları, açılan okul sayesinde, yeniden bir Rum nüfusun yeşereceğinden ümitleniyorlar. Umarım öyle de olur. Korkunç cinayetten sonra Rumlar bunun ‘Rum öldürüldü’ şeklinde haberleştirilmesini istemediler. Menfur bir saldırı, her yerde olabilecek adli vaka olarak kalmasını istediler. Geçmişe dönmeyi kimse istemiyor ve hatta “Katiller adalı değildir, kesin dışarıdan gelmiştir” bile dediler. İstedikleri aramızdaki dostluğa zarar gelmemesiydi. Katiller yakalanınca herkes “Türk” demeden, olanlara lanet etti. 

Peki, kitap yayınlanınca ne hissettiniz? 

Bütün bu kitabın yazma sürecinden sonra, hissettiğim; onlar Rum’du, ya da Ermeni’ydi demenin, yaşadığımız acıya kılıf bulmaktan başka bir şey olmadığını, bunu bahane ederek, birçok insanın vicdanıyla yüzleşmekten kurtulmaya çalıştığını düşünüyorum. Ben de artık kitaplardan okuduğum ‘Rum’ kelimesinin içini doldurdum. Ama günün sonunda, kelimenin tam da bir karşılığı olmadığını gördüm. Hepimiz farklı adlarla anılan halklar, o kadar aynıyız ki başka bir milletle ilişkide olduğumu bile hissetmedim. Yüzlerce yıl öncesinden günümüze taşınmış farklı dinlere inanmak bizleri ayıramaz; kaldı ki bu sayede pek çok bayramı aynı anda kutlamanın coşkusunu her insanın tatmasını dilerim.

Konca Altan

   

Kategoriler

Genel


Yazar Hakkında

1967 İstanbul doğumlu. Agos yazı işleri müdürü ve kitap eki Kirk'in editörü; güncel politika, dini akımlar, tarihle ilgili güncel tartışmalar ve yeni çıkan kitaplar hakkında haberler yapıyor.