'Cihangir'de romanınız yoksa ev vermiyorlar'

Senarist ve yönetmen Onur Ünlü’nün ilk romanı ‘Kız Çocuğu’, geçen hafta Doğan Kitap etiketiyle okuyucularla buluştu. Ünlü’yle son kitabı vesilesiyle söyleştik.

Senarist ve yönetmen Onur Ünlü’nün ilk romanı ‘Kız Çocuğu’, geçen hafta Doğan Kitap etiketiyle okuyucularla buluştu. Kitapta, Ayşe Şekeryan adlı bir kız çocuğunun, kendisine tecavüz eden adamdan intikam alma yolculuğu anlatılıyor. Daha önce Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla yazdığı şiirleri ‘Gidiyorum Bu’ adlı kitapta derleyen sanatçı, edebiyattaki ikinci deneyiminde okuyucuları fantastik bir dram hikâyesine davet ediyor. Ünlü’yle son kitabı vesilesiyle söyleştik.

Daha önce yayınlanan bir şiir kitabınız bulunuyor ancak ‘Kız Çocuğu’ sizin ilk romanınız. Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Cihangir’de oturuyorum. Orada artık kira sözleşmeleri zorunlu, eğer romanınız yoksa ev vermiyorlar. Ondan dolayı yazmam gerekti. Şaka bir yana, roman yazmakla hiç ilgilenmemiştim. Roman hep başka bir anlam taşıyor benim için. Bir süre sonra, bir hikâye çıktı ortaya. O hikâyeyi filmleştirmek yerine bir roman formunda anlatmanın daha uygun olacağını düşündüm. Bir de kitap yazma fikri beni tahrik etti açıkçası, daha önce yapmadığım, zor bir şeydi. Seviyorum böyle şeylerle uğraşmayı. E, roman denen şeyi de seviyorum. Biraz merak da edince... Roman yazmak bilinçli, hesaplanmış bir karar değildi benim için. Hikâye film senaryosu olarak ortaya çıktı ama sonra romana evrildi, bu durumdan ötürü de çok memnunum.

Kitap üzerinde ne zamandır çalışıyorsunuz?

Yönetmenlik de yaptığım için, kitap üzerine çalışıp aralarda boşluklar bırakmak zorunda kaldım. Üç ay romana çalıştım, sonra altı ay bir daha onunla ilgilenemedim. Sonra altı ay çalıştım, beş ay çalışamadım, gibi kopukluklar oldu. Kitap üzerine toplamda bir yıl çalıştım diyebilirim. Üç yıl gibi bir süre içinde kitap üzerine çalıştım ama bu üç yılın sadece bir yılını kitaba ayırabildim, kalan iki yıllık periyotta farklı işlerle uğraştım.

Orta yaşta bir erkek olarak, kitapta, bir kız çocuğunun, kendisine tecavüz eden adamdan intikam alma yolculuğunu anlatıyorsunuz. Kitabı yazım sürecinde pedagog veya psikologlarla bir fikir alışverişiniz oldu mu?

Hayır, ama birtakım metinler okudum. Çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından bu meselelere dair raporlar yayınlanıyor. Bu konularda mağdur olmuş insanların kendi sözleriyle kendilerini anlattıkları raporlar, kitaplar var, onları okudum. Doğrudan herhangi biriyle konuşmadım, bunu biraz da özellikle yapmadım. Konuyu ne kadar anlayabildiğimi görmek istedim. Bütün mesele bu: Ne kadar anlayabilirsek, birbirimizle o kadar iletişime geçeceğiz.

Bu kitabı yayınladıktan sonra, bir erkeğin böyle bir konuyu ele almasından ötürü sizi eleştirenlerin olacağını düşündünüz mü?

“Sana ne be adam?” tarzında bir eleştiriyse eğer bahsettiğiniz, düşünmüyorum. İnsanların bu kadar vicdansız olacaklarını düşünmüyorum açıkçası. Bunu kadınlar da konuşuyor, erkekler de. Ben de bu konuyu yazan bir erkeğim. Bence bu cinsiyetüstü bir durum. Dolayısıyla kitabı yazarken bir erkek gibi düşünmedim. Tamamen vicdanımla ilgili bir yerden baktım, vicdanı olan bir yaratık olarak bu işe yöneldim ama elbette romanın içinde erkek olmamdan kaynaklanan kimi durumlar vardır, o ayrı. O daha teknik bir şey. Ama bari vicdanın cinsiyeti olmasın...

Kitabın ana karakteri olan Ayşe Şekeryan’ı evlat edinen karakter, ‘Anuş Anne’ isminde bir Ermeni kadın. Neden kitapta özellikle bir Ermeni karakter olmasını istediniz?

Ayşe’nin başına bir iş geliyor, Ermeni bir kadın onu kanlar içinde buluyor ve sahipleniyor. Aslında bu temayı, daha önce çektiğim ‘İtirazım Var’ adlı filmde de işledim. Orada da Ermeni bir kadın tarafından sahiplenen bu sefer bir erkek çocuk var. Özellikle, bilinçli olarak yaptığım bir şey değil ama başıma bir iş gelse Ermeniler beni sahiplenirmiş gibi geliyor. Galiba öyle bir şey düşünüyorum, ondan dolayı da karakterlerin başına bir iş geldiği zaman bir refleks olarak Ermeni karakterler ortaya çıkıyor ve yardımcı oluyorlar. Bu hoşuma da gidiyor. Ben bir Türk ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak durduğum yerden baktığımda, etrafta olan insanların birbiriyle daha fazla bağ kurması hoşuma gidiyor. Merkezin bir tık dışında bulunan insanların birbirleriyle iletişimde olması, merkeze karşı bir çeşit dirençmiş gibi oluyor ve bu benim hoşuma gidiyor.

Kitapta birçok maddi bilgi var. Ne gibi kaynaklardan faydalandınız?

Yıllardır okuduğum, ettiğim yerlerden aklımda kalanlar üzerinden gittim. Emin olamadığım yerlerde döndüm bir daha baktım. Bugüne dek okuduklarımın bir kısmı romana da yansıyor doğal olarak.

Kitabı yazarken şöyle bir uyanıklık yaptım: Kız çok zeki, hatta dahi. Onun için de, 12 yaşındaki bir çocukla 45 yaşında koca adam olarak daha fazla bağlantı kurmanın yolunu bulmuş oldum. Dolayısıyla kız da okumuş, etmiş, konuşup duruyor. Gevezenin teki, ben de biraz öyleyim. Tabii, bugüne dek okuduklarımdan hangileri yarattığım bu kız çocuğu karakteriyle uyuşuyor, onları seçtim. Dolayısıyla kız çocuğu karakterinde benden bir şeyler var. Bir kere öfkemiz aynı. O da çok öfkeli, ben de öyleyim. Her ne kadar çok sert bir şey yaşasa da durumu dramatize etmiyor, eğlenmenin bir yolunu buluyor.

Roman yazmak sizde nasıl bir tatmin oluşturdu?

Kendimi karşılaştırmak için söylemiyorum elbette ama roman yazarken, Dostoyevski’nin yaptığı bir şeyi yapmış oluyorsunuz. Bu, ağır bir iş. Sinemada böyle bir duygu hissetmedim daha önce, “Tarkovsky’nin yaptığı işi yaptım” demedim. Burada daha ciddi bir durum var. Enteresan bir deneyimdi. Tavsiye ederim, herkes roman yazmalı. Arkası da gelecek, bir konu üzerine düşünmeye başladığınız zaman yeni fikirler de oluşuyor. Cihangir’de yaşamak istiyorsam iki senede bir roman yazmam gerek.

Az önce bahsettiniz, kitabı yazım sürecinde arada film ve dizi projeleriniz de oldu. Şu sıralar üzerinde çalıştığınız veya yakın zamanda çalışacağınız proje var mı?

Geçen sene ‘Topal Şükran’ın Maceraları’ diye bir film çektim. O da ayrıca enteresan bir film çünkü hiç diyalog yok. ‘Kız Çocuğu’ndaki karakter çok gevezeyken, o film de bir o kadar sessizdi. Beni yıllardır kadın karakterlerimin çok zayıf olduğu ve kadın meseleleriyle fazla ilgilenmediğime dair eleştirenler oluyordu, haksız da değillerdi. Henüz onları anlayamıyorum, anlamaya çalışmanın bir yolunu bulduğumda yapacağım diyordum. Ayşe karakteri, o filmdeki Şükran karakteri ve henüz çekmediğim ‘Türkiye’ isminde bir senaryo var, bu üç iş aslında kadınlarla ilgili çalıştığım projeler. İkisini yapmış durumdayım, biri kaldı. Dolayısıyla bir süredir kadın karakterler üzerine çalışmış oldum.

Sinemaya ilişkin bir sorum var. Dijital platformların RTÜK denetimine tabî tutulması resmen yasalaştı. Buna dair ne düşünüyorsunuz? Sizce bundan sonra Türkiye’de izleyicileri neler bekliyor?

Şunu çok açık bir şekilde ifade edebilirim ki, hayatım boyunca hiç otosansür uygulamadım. Aklıma ne geliyorsa, kurduğum metnin gerektirdiği ölçüde o şeyi yaptım. Can sıkıntısı ve baskı elbette hissediyoruz ama ben şahsi olarak hiç dert etmedim bunu. Ne istediysem yaptım, bunun da hem maddi hem manevi bedelleri oldu. Burada önemli olan senin de sorduğun gibi, bizle ilgili bir şey yok, seyirci çekiyor. Ben ne istersem yapıyorum ama seyirci ne isterse izleyemiyor. Artık seyirci biraz isyan edecek çünkü o konuda benim vicdanım gerçekten rahat. Çok acayip karakterler yarattım, tuhaf şeyler yazdım, ilginç sahneler çektim, bunun bir kısmını TRT’de, bir kısmını dışarıda yaptım. Evet, bu büyük bir sorun, artık özgürlük alanı iyice kısıtlandı, o zaman seyirci sesini çıkartsın. Ben yapıyorum, onlar seyredemiyorlar. Sorun bu. Tabii, iş yapan insanlar da yapamamaya başladılar ama o da onların kabahati. Ben bunu kabul edemem. Birinden korktuğun için bir şeyi başka türlü söyleyen bir adamla poker de oynanmaz. İki papaz olmadığı sürece “Açar” demez. Sıkıcı bir adam olur. Dolayısıyla herkes kendi düşünecek.



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.