Agos'un arşivinden: Nerede benim arkadaşlarım?

Agos'un arşivinde bugün Tuncel Kurtiz var. 27 Eylül 2013'te kaybettiğimiz sanatçının, 80. doğum yıldönümünde kendisiyle yapılan söyleşiyi yayımlıyoruz.

Kurtiz: Arkadaşlarımın dönekliğinden dolayı dönmek istemiyordum*

Türkiye’de sinema ve tiyatronun duayenlerinden Tuncel Kurtiz, Çanakkale’nin bir köyünü kendi cenneti haline getirdi ve 10 yıldır o cennetten, sadece kısa aralıklarla,çalışmak için uzaklaşıyor. Kurtiz’le tanışıp görüşmek istediğimizde, bizi işte o cennet köye davet etti. “Eğer gelirseniz kapımız açık, burada konuşuruz ama gelemezseniz görüşmek zor” deyince biz de düştük yollara. Çanakkale’nin şirin kasabası Güre’nin Zeytinbağı köyünde aldık soluğu. İzmir’e 200 km mesafedeki bu yeryüzü cennetinde Tuncel Kurtiz gibi bir ustayla sohbet etmek oldukça keyifliydi. Özdemir Asaf, Can Yücel, Cemal Süreya, Yılmaz Güney gibi isimlerle unutulmaz anıları kadar, Kurtiz’in günümüzün genç yönetmenleriyle ilgili söyledikleri de oldukça ilginç ve kayda değer.

• Neden yaşamak için bu köyü seçtiniz?

Çocukluğumun en güzel günleri burada geçti. 14 yaşımdaydım buraya ilk kez geldiğimde. Aslında ailem 1913’te Selanik’ten gelmiş ve Arnavutköy’e yerleşmiş. Daha sonra dedem İzmir evkaf müdürü olmuş, Trabzon evkaf müdürlüğü yapmış. Ailenin çoğu, baba tarafının hemen hemen tümü Arnavutköy’de oturuyor, anne tarafı ise Boşnak; İzmit Karamürsel’de oturuyor. Onlar da bürokrat aileler, babamın dayısı Selanik’te emniyet müdürü. Babam da koleji bitirdiği halde hukuk ve mülkiye bitirip nahiye müdürlüğü ve kaymakamlık yaptı.Ondan sonra bir imtihan kazandı ve Amerika’ya gitti. Yani Ayvalık’tan da Amerika’ya gidildi. Amerika’da Ann Arbor, Detroit, New York, arkasından İzmit, Silifke, Tarsus Koleji derken buraya geldiğim zaman 14 yaşımdaydım. Kolay geçmemiştir bu hayat; her yerde kendisini ispat etmek zorunda olan bir çocuktum, çünkü devamlı hep yeni insanlarla karşılaşıyordum. Çok güzel günlerim geçti burada. Benim hayatım biraz Çingene hayatı aslında. O yüzden nereye gittimse hep burayı düşünmüşümdür. Burası benim için başka bir dünyaydı. Tabii ki çocukluğumun Edremit’i değil artık. Ama yine de çok seviyorum.

• Uzun yıllar yurtdışında yaşadınız. Türkiye’ye neden geri döndünüz?

Aslında politik nedenlerle Türkiye’ye dönmeye niyetli değildim. Arkadaşlarımın dönekliğine şahit olduğum için dönmek istemiyordum. Yalnız ve farklı bir hayat yaşıyordum. Viyana’da Şeyh Bedrettin destanını sahnelerken dönemin bakanlarından Fikri Sağlar geldi. Benden ne istediğimi sordular. Ben de “Bedrettin’i oynuyoruz isterseniz Türkiye’ye çağırın geleyim” dedim. Hakikaten Fikri Sağlar çağırdı; geldik oynadık. İşte o zaman şimdi evli olduğum eşim Menend ile tanışıp âşık oldum. Âşık olunca da Türkiye’de kalmaya karar verdim.

• Peki ya, bu cennet nasıl kuruldu?

İstanbul’a gelince önce Galata’da küçük bir dairede yaşamaya başladım. Daha sonra Menend’in evine taşındık, derken buraya taşınmaya karar verdim. Eşim de emekli oldu. Eşimin erkek kardeşi Erhan da Bursa’da tekstil işiyle uğraşıyordu. O da batınca, eşimin, Erhan’ın ve benim ne birikimimiz varsa hepsini buraya aktardık ve “Burası bizim yaşam biçimimiz olacak” dedik. Mutluyuz şu anda. 10 yıldır buradayız; çalışmak için gidip geliyorum mecburen ama her fırsatta soluğu burada alıyorum.

• Geçen yıllarda tv’de izlenme rekorları kıran Ezel dizisinden sonra sizi televizyonda da sinemada da göremedik. Şimdilerde yeni bir film çektiniz. Yeni filminizden söz eder misiniz?

Ezel’den,yani Ramiz Dayı’dan sonra Nihat Durak’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Mutlu Aile Fotoğrafı’ diye bir filmde emekli bir albayı oynadım.İki oğlu bir kızı var, onları da asker yetiştirmek istiyor ama başaramıyor. Çocuklar istediği yolda gidiyor. Severek oynadım filmde. İlker Aksum, Binnur Kaya, Büşra Pekin gibi genç bir kadroyla keyifli bir iş yaptık.

• Çocukluğunuz şehir şehir dolaşarak geçmiş. Biraz o günleri anlatabilir misiniz?

Deli babamın deli oğluyum. Devamlı bir yerden bir yere sürülmüştür babam. Bana da daha Posof’ta İngilizce öğretmeye başlamıştı. O dağlarda koşup oynayan çocuk birden Amerika’ya gitti. Ann Arbor’a gittik. Babam orada şehircilik okuyacaktı. Amerika’ya giderken kitapçıda Nihal Atsız’ın ‘Bozkurtların Ölümü’ kitabını görüp aldım ve deliler gibi okudum. 9 yaşında bir çocuktum ve o kitaptan çok etkilendim. O zaman rüyalarımda Türkiye’nin etrafını bir setle çevirmek istiyordum, en büyük düşmanım da Çinlilerdi.Detroit’teki okulda bir kavga çıktı bir gün, kapıştık yumruklaştık. Bir Çinli bana yardım etti. Ben yarım yamalak İngilizcemle dedim ki “Sen Çinlisin ve benim düşmanımsın, bana yardım ettin.” Çocuk dedi ki “Niye düşmanın olayım ben senin?”Çocuk beyni çok kolay yıkanabiliyor. Sait Faik’in cümlesiyle, eğer doğduğun zaman Havra kapısına bırakırlarsa Yahudi olursun, cami kapısına bırakırlarsa Müslüman, kilise kapısına bırakırlarsa Hıristiyan olursun.

• Kendini Sait Faik zannettiğinizi söylemiştiniz bir keresinde…

Babam beni okumam için İstanbul’a göndermek istedi. Kabataş Lisesi’nde okumamı istiyordu ama ben Haydarpaşa’yı istedim. Bazı arkadaşlarım vardı ve Haydarpaşa’dan daha kolay kaçıldığını öğrendim. Haydarpaşa Lisesi’ni de bitiremedim çünkü Beyoğlu’na çıkıyor, içki içiyorduk. Sait Faik olmuştum yani...

O zamanlar edebiyat matineleri yapılıyordu. Biz de bir matine yapalım dedik ve o sayede Özdemir Asaf’la tanıştım. Cağaloğlu’nda Molla Fenari sokağında küçücük bir matbaası vardı, dünyanın en güzel adamıydı. Asaf Halet Çelebi, felsefe kütüphanesinde memurdu o zaman. Cahit Irgat’la, Can Yücel’le tanıştım. Özdemir Asaf’la gittik, Bedri Rahmi’nin Kalamış’taki evine, orada sohbetlere katıldım. Orhan Hançerlioğlu’yla da tanıştım matinelerde, Cemal Süreya da Attila İlhan da gelirdi. Biraz da kızlar yüzünden gelinirdi. Bütün üniversite kızları ordaydı. Derken bana rol teklif ettiler ve oyunculuk başladı. Sevgilim, öğretmen olmamı istediği için hukuku bırakıp İngiliz filolojisine girdim. Ama tiyatroyu öğrenmek istiyorum. Haldur Taner’in tiyatro kurslarına katıldım. Nisa Serezli, Metin Serezli de geliyorlardı.

• Yılmaz Güney’le tanışmanız hayatınızı değiştirdi. “Bana iki kanat taktı” demiştiniz. Nasıl oldu bu?

Yılmaz benim 1958’den arkadaşım. O da hikâye yazıyor, ben de, o da solcu ben de solcuyum. Bebek’te ufak bir zemin katta oturuyor; bir daktilosu, bir yatağı, bir sandalyesi ve bir masası var sadece. Sinirli, asabi ama ikimizde farklıyız. Benim büyük dayım paşa, Selanik emniyet müdürü. Yılmaz genç bir Maksim Gorki gibi yazıyor, bense küçük burjuva. Yılmaz daha pratik bir köy çocuğu. Oradan gelmiş ve işin aslını biliyor. Yılmaz dedi ki,“Sinema yapacağız, sinema yapmadan olmaz, her evde bizim fotoğrafımız olacak. Önce sinemayı, sonra kendi işimizi yapacağız.”

• Askerliği de Yılmaz Güney’le birlikte yaptınız. Nasıl bir tesadüftü bu?

Yılmaz’la Muş’ta askerlik yaptık. Aynı evde kaldık. Annesi, ben ve Yılmaz birlikte oturduk. Sonra da Yılmaz benden önce terhis oldu. Yaz tatiline gittiğimde,“Umut’ta oynayacaksın ihtiyar” dedi. Rapor aldım, Umut’ta oynadım.

• Yılmaz Güney’in yaşadığı sürgünlerden siz hiç etkilenmediniz. Bunu nasıl başardınız? Yurtdışında yaşamak da kolay olmasa gerek.

Yılmaz’a yurtdışı yasağı vardı. Filmi Cannes’da ben takdim ettim. Kaçırma benim üzerime kaldı. Halbuki kaçıran Çiçek Arif’tir. Bütün arkadaşlar içeri alındı o sırada ve ben geri dönmedim. Yine hayatımda bir kadın beni aldı, kucakladı, yardım etti. İsveç’te doktorasını yazıyordu. O bana baktı. O dönemde tiyatro ve sinemadan para kazanmaya başladım. 1970’den 78’e kadar yurtdışında kaldım. 78’de döndüm; Sürüve Kanal’da oynadım. Sonra 12 Eylül geldi, herşey battı. Ben yine tüydüm, şanslıyım yani. Gene İsveç’e döndüm, iş aradım. O arada Sürü filmi için İsrail’e çağırdılar. Basın toplantısında Umut ve Sürü’yle Yılmaz bana iki kanat taktı ve ben o iki kanatla yaşadım. Arapça oynamak için dersler aldım. Berlin’de 1986’da en iyi erkek oyuncu ödülünü aldım.

• 1980 Türkiye sineması için bir milat oldu sanki. Sonrasında uzun bir sessizlik oldu ama günümüzde yine büyük bir değişim yaşanıyor.

Türk sineması bugün çok ileri durumda. Yeşilçam’da Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz’ın iki filmi, bir de Duygu Sağıroğlu’nun bir filmi vardı. Gerisi olduğu gibi Amerikan sinemasının taklidiydi. 1980 Türkiye sineması için önemli bir dönem oldu. Sonrasında bir şey yapılmadı ama her şeye rağmen sinema okulları, akademiler kuruldu, bu çok önemli. Ve buralarda Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu, Metin Erksan gibi isimler hocalık yaptı.

• Peki ya, tiyatro?

Tiyatroda da çok güzel şeyler yapılıyor. Işıl Kasapoğlu’nun Kocamustafapaşa tiyatro çalışması, devlet tiyatrosunda genç bomba gibi yönetmenler, çok iyi oyuncular var.

• Şehir Tiyatroları’nda yaşanan sıkıntıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu AKP’nin yaptığı en büyük yanlışlardan biridir. “Dünyada hiçbir devletin tiyatrosu yoktur” diyorlar. Tiyatrosu yoktur ama devletin tiyatroya büyük yardımı vardır. İsveç’teki kraliyet tiyatrosu devlet bütçesinden aldığı büyük parayla ayakta durur. Paris’te, Hamburg’ta, Frankfurt’ta da aynı şekilde. Parayı ben veriyorum, benim dediğim olur düşüncesi çok yanlış. Belediyeden bir adamın tiyatro sanatıyla ne kadar ilgisi vardır? Ben tiyatrocuyum diyecek bir belediyeci varsa çıkar yapar ama belediyenin hangi adamı gelip de tiyatroyu yönetecek? Bu Kenan Evren döneminde subayların gelip tiyatroyu yönetmesine benziyor. Böyle şey olmaz. Tiyatro bir eğitim müessesesidir, ticaret değil.

• Yeni sinemacılar için ne düşünüyorsunuz? Fatih Akın genç bir yönetmen, ona güvendiniz ve size ödül getirdi. Nasıl oldu tanışmanız?

Yeni sinemacılar çok parlak. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reis Çelik, Fatih Akın, ölen zavallı çocuk Seyfi Teoman.... Bunlar çok başarılı yönetmenler.

Bir festivalde tanıştık Fatih’le, güzel bir arkadaşlığımız oldu. Gençler daha donanımlı geliyorlar ama televizyon tehlikesi var. Sinema ile televizyon çok farklı.

• Televizyon dizilerini destekliyorsunuz ve önemsiyorsunuz. Bu çok alışık olduğumuz bir durum değil.

TV dizisi demek, her hafta bir film çekiyorsunuz demektir ki,bu çok önemli. Dizilerde bugüne kadar Uluç Bayraktar’la ve başka genç yönetmenlerle çalıştım. Bunlar diziler sayesinde müthiş bir pratik kazanıyorlar. Kendilerini kaybetmezlerse eğer büyük bir tecrübenin içinden geçiyorlar. Diziler büyük bir tecrübe ve çok zor bir iş.

• Günümüzde bir yüzleşme gerçeği oluştu. Sürekli bir şeylerle yüzleşiyoruz. Türkiye’nin sosyopolitik ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Osmanlı çökerken büyük acılar arasından çıkıp geldik buraya. Ulus devletler çıktı ortaya. Okuduğum kitaplarda, özellikle de ‘Musa Dağ’da Kırk Gün’de, ulus devletin getirdiği problemleri görüyorum. Osmanlı’da Türk olmak en büyük aşağılamaydı. Tabii ki o harikulade beraberliği istiyor gönlüm. Bana,“İstanbul’u seviyor musunuz?” dediklerinde “Sevmiyorum” diyorum. Çünkü benim sevdiğim İstanbul’u arıyorum. Mesela Arnavutköy’de,Galata’da kahveci Asadur’u, berber Niko’yu balıkçı Taso’yu,Hristo’yu arıyorum.Nerede benim bu arkadaşlarım? Bizim zenginliğimiz buydu. Mardin’e gittiğimde Süryani kardeşlerimi arıyorum. Nerede onlar? Niçin neden gittiler? Nasıl oldu? Neden beraber olamıyoruz? Irkçılık nedir acaba? Neden Kürt arkadaşım Kürtçe konuşmasın? Neden okullarımızda seçmeli ders olarak Rumca, Ermenice ve Kürtçe olmasın?


* Bu söyleşi 25 Mayıs 2012 tarihinde Agos gazetesinde yayımlanmıştır.



Yazar Hakkında