Tuğçe Tatari’den Türkiye’nin gençlik profili
Belirsizlikler çağında, belirsizlikler kuşağı
Heyecanımız yüksek, gençliğimiz var; hatta gençliğimiz başımızda duman. Ve hatta bir ülkenin geleceğinin teminatı gençler… Hepsi çok sık duyduğumuz bu cümlelerin içi çok uzun zamandır boş. Normal şartlarda gençliğin uçsuz bucaksız, istediği her şeyi düşünmeden yapabilmesi beklenir. Ama Türkiye’de durum bundan fersah fersah ötede. Gençler var olma mücadelesi veriyor, gelecek kaygısından önlerini dahi göremiyor. Ekonomik koşullar öylesine zorlayıcı ki eskinin bilindik “iyi okul, iyi iş, düzenli hayat” formülü bile artık “doğru” sonuçlara ulaştırmıyor.
İlk hedef "yaşayabilmek"
Gazeteci Tuğçe Tatari, Türkiye’nin en önemli sorularından “Gençlik nereye gidiyor, daha doğrusu gitmek zorunda bırakılıyor?” sorusunun peşinden giderek “Gençler Nereye - Bir Kuşağın Peşinde” isimli kitaba imza attı. Literatür Yayınları’nın yayımladığı kitapta Tatari, birbirinden farklı hayatları olan, yaşları 18 ile 30 arasında değişen gençlerle görüştü. Gençlerin anlattıkları Tatari’yi de şaşırtmış kimi zaman. Tatari, bugün Türkiye’de gençlerin en önemli sorunun ekonomi olduğunu söylüyor ve gençler ne istiyor sorusuna şöyle bir sıralama yapıyor: “Önce yaşamak, barınmak, doymak; sonra okuyabilmek ve ancak ondan sonra kendini var edebilmek.”
Kimisi yaşıtım olan gençlerin anlattıklarını okudukça içime işleyen duygu, öfke ve haksızlığın getirdiği utanç oldu. Kimi sadece internete sınırsızca erişim istediğini, kimi kimliğini açıkça yaşayamadığını, kimi herhangi bir kültür sanat etkinliğine gidemediğini, kimi de varlığının bile kabul edilmediğini anlatan bu gençlerin hayattan beklentileri neredeyse yok. Devlete güvenmiyorlar fakat yurttaşı oldukları ülkeden beklentileri haklı olarak bir hayli fazla. Ancak daha bu ay başında MESEM’i protesto eden gençleri tutuklayan ve bu zamana kadar gençlik için etkili politikalar üretmeyen iktidardan da muhalefetten de gençleri hayata katacak; onları ucuz iş gücü olarak görmekten öteye geçen, yaratıcılıklarını ortaya çıkaracak politikalar görmek ne yazık ki imkansız.
Hal böyleyken Tatari’nin bu çalışmasını okumak da tıpkı arka kapak yazısında yazdığı gibi “ülkenin geleceğini kendi evlatlarının gözünden görme cesareti” istiyor. Sözü gençlere bırakan Tatari’yle buluştuk, gençleri konuştuk.
Bugün gençlerin en büyük sorunu ne?
En büyük sorun ekonomi. Ekonomik kriz derinleştikçe, onlar için hayat daha da çözülemez bir hâl alıyor. İmkân yok; kendilerini geliştirebilmeleri için gitmeleri gereken kurslar var ama hepsi paralı. Devlet, bir gencin taşıdığı değeri fark edip bunu zenginleştirecek ücretsiz olanaklar sunmuyor. Kimi bölgelerde internet bile kısıtlı. Bu çalışmaya başlarken, okuduğum anketlerden yola çıkarak adaletsizlik, özgürlük gibi başlıklarla daha çok karşılaşacağımı düşünüyordum. Bunlar da var elbette ama bu yıl çok belirgin biçimde ekonomi, hepsinin önüne geçmiş durumda.
Bu sistemsel problemler gençleri politik olmaya itmiş mi?
Politik olmaya itmemiş ama daha çok gündemi anbean takip etmeye, her gelişmeden hemen haberdar olmaya yöneltmiş. Herkes gündemi biliyor ve bu da onlarda korku ile endişeyi büyütüyor. Özellikle genç kadınlar, LGBTİ+’lar ve farklı inançlardan gelenler için mesele, politik bilinçten çok kendini koruma güdüsüne dönüşmüş. Pek çoğu kimliğini saklama, açık etmemeye çalışma ve bunu gizlemenin farklı yollarını deneme noktasına gelmiş. Yaşam mücadelesi verirken politikleşme kimi için çok “lüks” kalmış. Buna karşılık, yoğun biçimde politikleşmiş, kendini bir görüşe adayarak mücadele eden gençlere çok az rastladım. Hatta sokakta konuştuğum bir genç şöyle dedi: “Bunlar, söylendiğinde kulağa hoş gelen ama havada kalan laflar. Biz gece nerede uyuyacağımızı düşünüyoruz. Üşümeden nerede barınabiliriz, onu düşünüyoruz.”
Kitapta ailesinden farklı görüşleri olan, politikleşen ya da mesela vicdani ret yapan gençler de var… Onlarda durum nasıl?
Kendini bir mücadeleye adamış birkaç gençle karşılaştım; ancak onların da söylediği aynıydı: “Karın doyurmakta zorlanıyoruz.” Bahsettiğiniz vicdani retçi genç mesela… Politik bilinci oldukça ileri; kendi kararını vermiş, babası asker olmasına rağmen durduğu yerden vazgeçmemiş. Ama o da “Yarın ne yaparım, ne yerim bilmiyorum” diyor.
Saraçhane eylemlerinde gençlerin politik olup olmadıkları ve eylemlere katılma reflekleri tartışılmıştı. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Ben Saraçhane dönemindeki gençlerin de aslında çok politik olmadığını düşünenlerdenim. Orada bir tepki vardı; ama çoğunluğu, belki de sol değil daha çok sağ tandanslı gençlerin oluşturduğu, o dönem içeride olan ya da yeni ortaya çıkan siyasetçiler etrafında şekillenen bir kalabalıktı. Sokakta olmalarını, yaşananlara tepki göstermek olarak görüyorum; ama bunu, Gezi Parkı’ndaki gibi politikanın ve politik taleplerin belirleyici olduğu bir hareketle aynı yere koymuyorum. Koşullar gençleri politikleşmekten uzaklaştırmış.
"Korunaklı gibi görünen okullar bile sistem içinde dönüştürüldü"
Eskiden “iyi” bir hayat standardı için formül belliydi. İyi eğitim, iyi bir üniversite ve beraberinde gelen “iyi” bir iş. Kitaptaki gençlerden artık bu “marka” değeri yüksek üniversitelerde okumanın da ayrıcalık getirmediğini görüyoruz.
Kendilerini ayrıcalıklı bir okulda okumuş sayıyor; o okula girdikleri için ülkede birçok gencin önüne geçebilecek bir şansa sahip olduklarını düşünüyorlardı. Fakat iş bulamıyorlar. Çünkü hangi okuldan mezun olursan ol, işverenler talep edilen ücreti ödemek istemiyor; herkes ucuz işçi peşinde. Üniversite sayısının on binlere yaklaşmasıyla birlikte “üniversite mezunu” kavramının içi boşalmış. Artık “ODTÜ mezunuyum” ya da “Boğaziçi mezunuyum” demek, otomatik olarak iş bulmak anlamına gelmiyor. Sonuçta, “On lira verip yirmi tane üniversite mezunu çalıştırabiliyorken, neden bir ODTÜ’lü alayım?” deniyor ve işverenler çoğunlukla geri dönüş bile yapmıyor. Birçoğu mezun olduktan sonra okul kantinlerinde, kampüs içindeki kafe ve kafeteryalarda çalışıyor; kimisi baristalık öğrenip oradan para kazanmaya çalışıyor. Bu gerçekten çok yıpratıcı. Ayrıca bu gençler, üniversitelerde milliyetçi grupların daha görünür hâle geldiğini, siyaset dilinin parçalandığını anlatıyorlar. Kürt meselesiyle ilgili bir şey olduğunda milliyetçi grupların gösteri yaptığını, pankart açtığını söylüyorlar. Korunaklı gibi görünen bu okulların bile sistemin içinde dönüştürüldüğünü görüyoruz.
68 kuşağı, 80’ler, 90’lar… Her yeni kuşağın kendine has özellikleri var. O kuşaklarla bu kuşağı kıyaslayabilir misiniz? Kimileri benmerkezci, kolaycı diyor mesela.
Bu çalışmadan sonra kuşaklara isim vermenin büyük ölçüde bir pazarlama stratejisi gibi kullanıldığını düşündüm. Oysa kuşakların davranışlarını belirleyen şey, içinde yaşadıkları dönem ve onları etkileyen koşullar. Hiçbir insanı bütünüyle bir paketin içine koyup tanımlayamayız. Bu gençler için “benmerkezci, sadece kendini düşünen” gibi genellemeler yapılamaz. Çünkü biri öyleyse, bir başkası öyle değil. O yüzden bence kuşakların aslında bir adı yok. 68 kuşağının bir adı vardı, çünkü yaşanan yekpare ve belirleyici bir olaylar bütünü söz konusuydu.

Yine de bugünün gençlerine siz bir isim verseniz ne olurdu?
“Belirsizlikler çağı” ve “belirsizlikler kuşağı” denebilir. Çünkü gerçekten hiçbir şey belli değil; her şey bir geçiş sürecinde. Nereye evrileceği de belirsiz. Gençler de bu belirsizlik sürecinin içinde yalnızca var olmaya ve tutunmaya çalışıyor.
Devlet bu gençlerin yaşadıklarının ne kadar farkında?
Bence farkındalıktan önce, önemsemiyor. Gençler devlet için bir politika başlığı değil. “Gençlerden nasıl faydalanabiliriz?” üzerine geliştirilen somut politikalar yok. Türkiye’nin gençlere bakışını çoğunlukla Millî Eğitim Bakanlığı üzerinden görüyoruz ve ortaya çıkan sonuçlar da ne yazık ki ürkütücü.
Eğitim süresini düşürmek, MESEM gibi uygulamalarla “parası olmayan çalışsın, okumasın” yaklaşımını yerleştirmek… Oysa Türkiye’nin büyük çoğunluğunun parası yok. Parası olan kesim çok az ve bu gençlerin arasında gerçekten çok parlak insanlar var. Hepsi gözden kaçıyor. Siyasette “gençlik, geleceğimiz” gibi sözler söyleniyor ama yetenekli gençleri fark edip onlara gerçekten fayda sağlayacak hiçbir çalışma yok. Gençleri hayata katacak; onları ucuz iş gücü olarak görmekten öteye geçen, yaratıcılıklarını ortaya çıkaracak politikalar da yok. Siyasete baktığımızda da koltuğuna sıkı sıkıya sarılmış, belli bir yaşın üzerindeki insanları görüyoruz. Kimse gençleri içeri almak istemiyor. Bu yalnızca siyaset için değil; özel sektör, gazetecilik ve başka alanlar için de geçerli. Okullara gidip gençleri tanımak, aralarından parlak olanları seçmek, staj imkânı yaratmak bile zor. Çünkü istenmiyor. Devlette de gençleri bu şekilde hayata kazandırmaya dönük bir irade yok.
"Gençler için 'devlet baba' figürü aynen sürdürülüyor"
Bireysel girişimler, dayanışma ağları ne durumda?
Bazı bireysel girişimler var: yetenekli gençleri bulup burs arayan, destek olmaya çalışan yapılar… Ama hem çok yetersiz hem de erişimleri kısıtlı. Devletin sahip olduğu imkânlar kimsede olmadığı için, bölge bölge bu boşluğu doldurmak da mümkün olmuyor. Ancak butik, birkaç kişinin hayatını değiştirebilecek çalışmalar yapılabiliyor. Sonuçta devlet gençleri yok sayıyor. Onları yalnızca ucuz iş gücü olarak görüyor. Yoksa son dönemde çok tartışılan ve çocukların hayatını kaybetmesiyle gündeme gelen bu “proje”yi durdururlardı. İyi niyetle başlatılmış olsa bile, uygulamada ortaya çıkan haksızlıklar görülünce sonlandırılması gerekirdi. Ama tam tersine, eğitim süresini kısaltıp MESEM’e bile gerek kalmadan çocuk işçiliğinin önünü açacak yeni düzenlemeler planlanıyor.
Gençler devlete güveniyor mu?
Hayır. Zaten gençlerin temel problemleri hem ailede, özellikle babayla, hem de hayatta ve devletle yaşanıyor. “Devlet baba” figürü, aynen sürdürülüyor.
Beklentileri neler?
Öncelikle kazandıkları okulların gelişmesini, öğretmenlerin gerçekten nitelikli olmasını istiyorlar. İngilizce bilmeyen İngilizce öğretmeni atanmasını istemiyorlar. Bu kadar atanamayan öğretmen varken “nasıl oluyor da öğretmen bulunamıyor?” diye soruyorlar. Daha lise çağında, karar verme aşamasındayken yol gösterecek öğretmen bulamadıklarını düşünüyorlar. Birçoğu “üniversiteyi bitirdik ama ne öğrendik?” diye soruyor. Yabancı dili çok önemsiyorlar; çünkü her işte ilk şart İngilizce. Ama öğrenemediklerini söylüyorlar ve belli bir yaştan sonra bunu telafi etmenin zorluğunu görüyorlar. Sorunları yalnızca eğitim değil. Barınma en büyük dert: Okulu kazanıyorlar ama nerede, nasıl kalacaklarını bilmiyorlar. Yurtlarda yaşananları okudukça kaygıları artıyor.
Bugün gençlerin derdi neredeyse her şey: Önce yaşamak, barınmak, doymak; sonra okuyabilmek ve ancak ondan sonra kendini var edebilmek. Bu yüzden en büyük haksızlığı yaşayan kesimin gençler olduğu söylenebilir. Çoğu zaman anlaşılmayan, önemsenmeyen bir kesim. Oysa ülke adına şikâyet ettiğimiz ne varsa, değiştirecek olanlar arkadan gelen nesiller. Onları bu kadar yoksun ve donanımsız bırakırsan, gelecekte seni bekleyen tek şey giderek kuraklaşan bir ülke olur.
Aileler ne durumda?
Aileler açısından tablo karmaşık. Özellikle annelerin, kız çocuklarının okuması için ayrı bir çaba gösterdiğini gördüm. Kendi döneminde okutulmamış, başörtüsü ya da aile baskısı nedeniyle imam hatibe yönlendirilmiş birçok kadın, bugün çocuklarının mutlaka okumasını istiyor. Gerekirse evin mutfağından kısıyor; hangi bölümlerde iş bulunur, kamuda nasıl çalışılır diye araştırıyor. Ama sıkıntı çoğu zaman ailede başlıyor. “Paran yoksa okuma, eve ekmek getir” anlayışı, devletin diliyle de birleşince, eğitim ikinci plana düşüyor. Çevresel baskılarla “yaramaz” ya da derse odaklanamayan çocuklar için de çözüm, çoğu ailede “okumasın, çalışsın”a dönüşüyor.
Öte yandan, okumuş ama iş bulamayan çok sayıda genç var. “Ev genci” denilen bu grubun büyük kısmı genç kadınlardan oluşuyor. Ekonomik gerekçelerle, “okuyorlar da ne oluyor” denilerek eğitim baştan devre dışı bırakılıyor. Sonuçta, 1980’lerde “kız çocukları okusun” kampanyalarıyla aşıldığını sandığımız noktaya hatta daha da gerisine dönmüş gibiyiz.
"LGBTİ+ gençler çok büyük bir sıkıntı içinde"
Bunu bir kıyas olsun diye sormuyorum; her birinin başka bir derdi var. Ama genel olarak baktığınızda, gençler arasında “gerçekten en çok zorlananlar bunlar” diyebileceğiniz bir grup var mı?
Şu anda Türkiye’de özellikle LGBTİ+ gençler çok büyük bir sıkıntı içinde. Zaten yurt dışına gitmeyi en çok önceleyenler de onlar. Çünkü yaşam güvenliklerinin olmadığını düşünüyorlar; saldırıya uğruyorlar, fişleniyorlar, arkadaşları öldürülüyor. Bu yüzden ilk fırsatta ülkeden çıkmaya çalışanlar çoğunlukla onlar. Üstelik yalnızca ekonomik durumu kötü olanlar değil; parası olan ailelerin çocukları da… Belki kendi mahallelerinde doğrudan saldırıya uğramıyorlar ama mahallelerinin dışına çıktıkları anda aynı güvenlik sorunuyla karşılaşmaya başlıyorlar.
Sizi hikâyesiyle çok etkileyen bir genç oldu mu?
Fiziksel olarak dezavantajlı, LGBTİ+ kimliğe sahip, bir gözünde yalnızca yüzde dört görme oranı olan ve Türkiye’nin kimsenin bilmediği bir köyünden kendi çabasıyla Amsterdam’da bir okula girmeyi başaran biriyle tanıştım. Çok düşündüm: Onun yerinde ben olsam? İlkokuldan itibaren alay edilerek başlayan bir hayat; yaş ilerledikçe mobbinge, sonra zorbalığa dönüşen bir süreç… Ama buna rağmen burs kazanıp üniversite okuyarak ülkenin dışına çıkmayı başarmış. Onun söylediği bir şey beni çok etkiledi: “Evet, burada iyiyim. Dünyanın her yerinde bir takım güvenlik sorunları var ama bu, cinsel kimliğim yüzünden değil.” Gece karanlıkta yürürken bir kadın olarak başınıza bir şey gelebilir; ama kimliğiniz yüzünden işkence görmezsiniz. Buna rağmen yine de bir sıla hasreti, geri dönme arzusu vardı: “Keşke her şey daha farklı olsa da ülkeme dönsem.”
Gençler gittikten sonra dönmek istiyor
Kitapta gitse de dönmeyi isteyen başka gençler de var. Dönme isteği beni okur olarak şaşırttı.
Beni de en çok şaşırtan şeylerden biri de buydu. Ben bütün gençlerin ülkeden kaçmak istediğini sanıyordum; yurtseverlik anlamında hiçbir bağları kalmadığını düşünüyordum. Oysa çoğu gitmek istese bile bunu başaramayacağını düşünüyor; o yüzden o düşünceden vazgeçenler var. Geri kalanlar ise daha çok süreli olarak gitmeyi planlıyor: “Gideyim, biraz toparlanayım, para kazanayım” diyorlar. Türkiye’nin gençlerde aidiyet duygusunu tamamen yok ettiğini düşünüyordum. Ama gördüm ki, bu noktada hâlâ ortak bir his var.
Kim okusun istersiniz bu kitabı?
Tabii en çok devlet yöneticilerinin ve siyasetçilerin okumasını isterim. Gençlerde ne kadar büyük bir ihtiyaç ve boşluk olduğunu görüp politikalarını buna göre belirlemeleri gerekir. Konular ancak gündem olunca ele alınıyor; oysa MESEM ve çocuk ölümleri gibi meseleler meclisin asıl gündemi olmalı. Yakınında genç olan herkesin de okumasını isterim. Kendi gençliğini hatırlayıp yüzleşmeleri için… Çünkü bugün gençlerden beklenen çok şey var ama onların elinden tutan kimse yok.
Gazeteci ve yazar Tuğçe Tatari değil de ebeveyn olarak ne düşünüyorsunuz gençliğe dair?
Aslında çocuklar ve gençlerle ilgili çalışmalara yönelmemin nedeni annelik duygusu. Ebeveyn olunca koruma içgüdüsü artıyor. Çocuğunu en iyi koşullarda yetiştirsen bile, uyuşturucu da şiddet de onun kapısında olacak; bunlarla hiç karşılaşmaması ancak evden çıkmamasıyla mümkün. Bu yüzden mesele bireysel değil, hepimizin meselesi.
Her çocuk mağdur da fail de olabilir; bu çevre içinde kimse bundan bütünüyle kaçamaz. İnsanın aklından hep “Nasıl yardım edebilirim?” duygusu geçiyor ama bireysel olarak yapabileceklerimiz sınırlı. En fazla dertlerini görünür ve duyulur kılabiliyoruz. Siyaset tarafında ise umudum zayıf. Bugün iktidardan da muhalefetten de gençler için kapsamlı bir politika görmüyorum. Partiler programlarına gündemde ne varsa onu koyuyor; gençlik yine arada kayboluyor. O halde gençleri gündem yapalım ki, siyaset onların elinden tutmak zorunda kalsın.
Giriş bölümünde de bahsediyorsunuz kitabın ortaya çıkma sürecinden. Yaşları 15-19 arasında değişen 200 gençle konuştunuz. Nasıl belirlediniz?
Her bölgeden ve derdini anlatan insanların en net şekilde kendini ifade edenleri seçmeye özen gösterdik. Gençler özellikle kendileriyle ilgili yapılacak bir çalışma olmasından dolayı konulmak isteler. Bazılarının aileleri nedeniyle endişeleri oldu, kendilerini sansürledi. Biz de yayıneviyle kimliklerin ifşa olmamasına dikkat ettik. Kendini net ifade eden, sorunlarını net şekilde anlatan gençlere yer verdik.
Anket yöntemiyle yapılan araştırmalar biliyoruz siz mülakat şeklinde mi ilerlediniz?
Gençlerle ilgili çok fazla anket çalışmaları yapılıyor ama oradaki sorular genelde belli ve cevabı “evet-hayır” olan sorular. Bu yanıtlar üzerinden oranlar hesaplanıyor, veriye dönüştürülüyor. Ben görüşmeleri röportaj olarak yaptım. Mesela “Türkiye’den gitmek istiyor musunuz?” sorusunu sordum ama hemen arkasından “Temelli mi, nasıl, neden” sorularını da ekledim. Görüşmelerden sonra bazı anketçilerle de dostane sohbetlerimiz oldu. Onlar mesela kendi sonuçların, bu görüşmelerden ortaya çıkan verilerden farklı olduğunu söylediler.
Kitapta sık sık çalışma boyunca duygusal olarak yorulduğunuzu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Gençlik benim için rengârenk; zaman zaman uçlara savrulan, yer yer asileşen, saçmalamanın ya da mantığın sınırlarını zorlamanın mümkün olduğu bir dönemdi. İnsanın hayatında belki de bir daha hiçbir zaman bu kadar özgür düşünme ve davranma fırsatı yakalayamadığı; en özgün ve iyi fikirlerin filizlendiği, çok kıymetli bir dönem. Fakat bu düşünceyle karşısına oturduğum gençlerin bir şeyi hayal etme şanslarının bile kalmadığını gördüm. Çok fazla karanlık gerçekle yüzleşmek ve bunun içinde yol almaya çalışmak zorundalar. Yalnızca siyaset değil, sokaktaki her şey onların özgürlüğünü kısıtlıyor. Sıkıntı önce ailede başlıyor; ardından devletle, sistemle, okulda ve türlü yetersizliklerle boğuşarak bir şey olmaya, var olmaya çalışıyorlar. Bunu görmek beni gerçekten çok üzdü. Çünkü aslında yapabilecek hiçbir şey yok; bu, bizim elimizde olan bir mesele değil ve sorun bütünüyle sistemsel. Bu sistemsel sorunun çözülmesine dair çalışmalar yapılmasını bir yana bırakın, durum giderek daha da kötüleşiyor. Gençlerin geleceğe dönük verimli kazanımlar elde edebilecekleri bir ortam yerine, onları birbirine benzeştiren; farklı olanları ise çeşitli zorbalıklarla, kısıtlamalarla ve kurallarla dışlayan, adeta yok eden bir sistemin içinde yaşıyorlar.

