“Kendini evinde bile evsiz hissetme hâli çok yaygın”
Özcan Alper’in yeni filmi “Erken Kış”, Ekim ayında Altın Portakal’daki prömiyerinin ardından vizyona girdi. Timuçin Esen ve performansıyla Antalya’dan ödülle dönen Leyla Tanlar’ın başrollerinde olduğu film, taşıyıcı annelik yapan Gürcü bir kadın olan Lia ve Türkiye’den Gürcistan’a uzanan üç güçlük yolculuğunda ona eşlik eden Ferhat’ın hikâyesini anlatıyor.
Bir arabanın içindeyiz. Sistem içinde tutunmayı başarmış, üst orta sınıfta kendine bir yer edinebilmiş mühendis Ferhat (Timuçin Esen) ile savaşın gölgesinde hayatı altüst olmuş, Ukrayna’dan gelen milyonlarca insandan biri olan Lia (Leyla Tanlar) birlikte yoldalar. Bu iki karakterin yolu, Ferhat ve yalnızca sesiyle var olan eşi Handan için yapılan taşıyıcı annelik anlaşmasıyla kesişiyor.
Film, aidiyet, evde olma ve terk edilme duyguları etrafında yavaş yavaş açılıyor. Kâğıt üzerinde her şeyi “tamam” görünen Ferhat ve Handan çifti, evlerindeki eksikliğin bir çocuk olduğunu düşünürken; Lia, taşıdığı bebeğin karşılığında alacağı parayla kendine bir hayat, bir “ev” kurabileceğine inanıyor. Her biri için ev fikri başka bir boşluğa, başka bir kırılganlığa işaret ediyor. Alper de filmin çıkış noktasını şöyle tarif ediyor: “Kendini evinde bile evsiz hissetme hâli çok yaygın; neredeyse hepimiz için son on yıldır böyle. Buradasın, evindesin ama birkaç ay sonrasını bile göremediğin için derin bir yersizlik ve yurtsuzluk duygusu oluşuyor. Bu sadece buraya özgü değil, dünyanın her yerinde yaşanıyor.”
Özcan Alper’le bir araya geldik; “Erken Kış” üzerinden krizler çağında ait hissetmenin, evde olmanın ne anlama geldiğini ve tüm bu koşullara rağmen sinema yapma inadını konuştuk.
“Erken Kış” sinemanın mevcut üretim ve finansman koşullarında nasıl şekillendi, süreç nasıldı?
Bu tür filmler için finansman bulmak artık gerçekten çok zor. Özellikle bakanlık desteği olmadığında süreç daha da karmaşıklaşıyor. Bu koşullar içinde, daha kompakt bir yapım düşünerek, yol hikâyesi etrafında şekillenen bir film tasarladım. Yapımcımız Emre Özkay hikâyeyi çok sevdi, ardından Timuçin’in de projeye inanması süreci hızlandırdı. Onların desteği belirleyici oldu. Sonrasında Leyla’yı bulduk ve kısa sürede çektik. Filmin son haftalarının bir bölümünü Fındıklı ve Hopa’da çekmiştik. Bu yüzden galayı da oradan başlatmak doğru geldi. İstanbul’dan farklı olarak, o bölgede kültürel etkinliklere çok daha fazla ihtiyaç olduğunu hissediyorsunuz. Çekim sürecinde belediyelerin ciddi desteği olmuştu. İlk olarak Fındıklı’da yapmayı planladık, onların talebi vardı; ardından Hopa Belediyesi de devreye girdi.
Birkaç gün içinde bir sinema salonu hazırlandı…
Evet, bir sinema salonu yoktu. Kısa sürede, beş-altı gün içinde, aslında bir bina vardı ama gösterim altyapısı yoktu; onu inanılmaz bir hızla tamamladılar ve galaya yetiştirdiler. Bizim için de sürpriz oldu. Biraz “İtalyan usulü” bir atmosferdi: salon, izleyiciler, yediden yetmişe herkesin katılımı… Çok canlıydı.
Orada şunu net biçimde görüyorsunuz: Kültürel alanda genel bir geri çekilme yaşanırken, aynı anda tam tersine işleyen güçlü bir dinamik de var. Film yapmanın, kültüre bir taş koymanın hâlâ ciddi bir karşılığı olduğunu hissediyorsunuz. Bakanlıklar, fonlar, engeller bir yanda; diğer yanda ise filmi önemseyen, salonu doldurup izlemeyi dert edinen güçlü bir izleyici kitlesi var. Hopa’daki deneyim benim için tam olarak bunu gösterdi.
"Evsizlik sadece Handan ve Ferhat’ın değil; hepimizin duygusu"
Filmde evli bir çift olan Handan ve Ferhat’ın taşıyıcı anne Lia ile olan ilişkilerini izliyoruz. Hikâye ait olmak, evde hissetmek gibi temalar etrafında dönüyor. Ev fikri de farklı karakterler üzerinden parçalanıyor. Lia için evi bebeği; Handan ve Ferhat ise kâğıt üzerinde her şeye sahip olsalar da derin bir eksiklik hissiyle yaşıyor. Bu “Kendi evinde evsiz hissetme” meselesini nasıl kurdunuz, karakterin motivasyonları neydi?
Lia için temel motivasyon “yırtma” diyebiliriz. Bedenini kullanarak, bebeğini satarak bir gelecek kurma kaygısı var. Handan ve Ferhat ise hep sistem içinde kalmış, orta sınıfın hayatına yönelmişler. Ama günümüzde onlar için de güvenli bir alan yani “ev” yok. Kendini evinde bile evsiz hissetme meselesi çok yaygın, neredeyse hepimiz için böyle son 10 yıldır. Burada, evindesin ama burada bile birkaç ay sonrasını göremediğin için ciddi bir yersizlik ve yurtsuzluk duygusu var. Dünyanın her yerinde böyle. Çünkü artık nerede olursan ol, savaşlar ve otoriter rejimler meselesi insanları bulundukları yerde bir evsizlik ve güvenli bir alan arayışına sürüklüyor. Bunun biraz da zamanımızın duygusu olduğunu düşünüyorum. Yani bu, sadece Handan ve Ferhat’ın değil; hepimizin duygusu. Kendi adıma baktığımda da bunu hissediyorum: Herkesin kendini yersiz, yurtsuz hissetmesi gibi bir hâl var. Bu yüzden, filmde tüm bunların içinde her şeye rağmen bir ev kurmaya, aile olmaya çalışma çabası ortaya çıkıyor. Ama bunun sanki zorunlu olarak çocukla mümkün olabileceği düşünülüyor. Bu uğurda her türden şeyi göze alıyorlar. Film de biraz, tüm bu çabanın sonunda bunun da bir karşılık üretmemesi etrafında dolaşıyor.
Leyla Tanlar ve Timuçin Esen başrolde.Genellikle haber diliyle ve etik sınırlar içinde ele alınan bir mesele ve konu çok bıçak sırtı. Kişisel bir yorumdan hareketle soracağım. Filmin başında iki karakter arasında bir denge varmış gibi hissettim. İlerledikçe hikâyenin aslında Lia’nın hikâyesi olduğunu düşündüm; bunu belki kadın olduğum için böyle algıladım. Sonrasında bakışın Ferhat’a doğru kaydığını hissettim.
Sinema, kesin yargılar üretmek zorunda değil. Biz de hikâyeyi net taraflar kurmadan, daha gri bir alanda anlatmak istedik. Zaten iki karakter arasında bir çatışma olmasa film olmazdı; sadece Lia’nın hikâyesini anlatsaydık bambaşka bir iş çıkardı. O yüzden söylediğiniz şey bana çok tuhaf gelmiyor; gayet anlaşılır. Ama film boyunca aslında ikili bir yapı var ve hikâye yavaş yavaş açılıyor. Bir yandan Lia’nın hikâyesi derinleşirken diğer yandan Ferhat’ın ve Handan’ın neden bu noktaya geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Orada çok ciddi başka meseleler de var: sömürü biçimleri, bedensel ve örtük şiddet, pek çok katmanlı sorun. Zaten hikâyenin temel sorusu da bu: İnsanlar başka seçenekler yokken neden böyle yasa dışı yollara başvurur, neden çocuk sahibi olma arzusuyla bu riskleri alır? Bu soruyu sorduğunuzda, ev kurma, aile olma ve varlığını sürdürme gibi çok temel meselelerle karşılaşıyorsunuz. Aidiyet ve “ev” duygusuyla doğrudan ilişkili bir yer burası. Bu yüzden hikâyenin dairesel bir biçimde oralara geri dönmesi bana çok doğal geliyor.
Buna rağmen, seyirciye “bu böyledir, şu şöyledir” diye keskin hükümler dayatmak yerine meseleyi kendi içinde sorgulamasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Film yapmak ve sanat biraz da böyle bir şey; ucu açık sorular bırakmak gerekiyor. Son yıllarda Türkiye’de her şeyin fazlasıyla radikalleştiğini ve siyah-beyaz bir bakışın hâkim olduğunu düşünüyorum. Bu sadece sanatta değil, hayatın her alanında böyle. Ya oradasındır ya buradasındır; gri alanlara pek yer bırakılmıyor. Bu gerilimin sanat tartışmalarına, sinemaya ve edebiyata da yansıdığını düşünüyorum. Seyirci tarafında da belli okuma kodları oluşmaya başladı. Türkiye’deki siyasal keskinleşmenin ve muhafazakârlaşmanın algıyı ciddi biçimde daralttığını düşünüyorum, umarım buradan çıkılır. Sanata bu kadar kodlarla bakmanın çok zarar verici olduğunu düşünüyorum.
Handan’ı hiç görmüyoruz, telefonda sesini duyuyoruz. Ancak film ilerledikçe Handan’ın değişimine paralel olarak bizim ona karşı duygularımız da değişiyor. Handan’ı neden görmedik hiç?
Handan'ı göstermek onun karakterini zedeleyecek şeyler olabilirdi. Kamera neredeyse orada kalması yani bir yoldayken yola devam etmesi ve oradan sadece telefonla Handan’a dönmesi sinemasal olarak bence doğru bir tercihti.
Lia’nın babası Ukrayna’da savaşta. Onu da hiçbir zaman görmüyoruz. Savaşa dair herhangi bir görüntü olmaması da bilinçli bir tercih miydi?
Çok fazla pornografik şiddet görüntülerine maruz kalıyoruz. Bugünün izleyicinin kafasında zaten Ukrayna- Rusya savaşına dair birçok görüntü var. Biz de savaşı çok rahat şekilde gösterebilirdik ama tam tersine sadece sesle göstermek bizim tercihimizdi. Lia savaşın gölgesinde, annesiyle birlikte evini terk etmiş bir karakter. Babayı görmeyip, orada olduğunu bilmek bana daha doğru geldi. Elbette telefonla görülebilirdi, istasyonda ya da bir dinlenme tesisinde televizyondan izlenebilirdi; ama bunlar filme gerçekten bir şey katmazdı. Şiddeti doğrudan göstermek, o an seyirciyi tatmin edebilir; ancak zamana yayılan bir etkisi çok daha sınırlı oluyor. Tam tersine, bunu seyircinin hayal gücüne bırakmak istedim. Ben her zaman sesin çok daha kalıcı bir etkisi olduğuna inanıyorum. Zaten önceki filmlerimde de hep aynı yerde durdum: Büyük resmi doğrudan göstermekten çok, o büyük resmin altında kalan insanların iç dünyalarına, bunun psikolojik yansımalarına bakmak.
https://www.youtube.com/watch?v=pfiZYH6FWL0
Ses demişken filmde kullanılan şarkılar da bir o kadar dikkat çekici. Farklı dillerden, farklı türlerden müzikler var. Bu tercih nasıl şekillendi?
İki farklı yerden ilerledik. Birincisi, karakterlerin dünyasından yola çıktık. Karakterlerin dinleyebileceği müzikler olması önemliydi. Bu yüzden hem Ukraynaca hem Gürcüce parçaları, az ama yerinde olacak şekilde seçtik. Ukrayna’dan, daha çok kadın vokallerin öne çıktığı, etnik ama rock diyebileceğimiz bir grup seçtik. Filmin sonunda ise Lia’nın annesiyle buluştuğu sahnede Gürcüce bir parça var. Orada hem dil hem de müzik duygusal olarak çok doğru bir yerde durdu.
Lazca müzik ve Lazca konuşma tercihi de filmin önemli unsurlarından biri.
Filmde bir düğün sahnesi olduğu için Lazca kullanılan müzikler de doğal olarak yer aldı. Bunun dışında, Erdem Elmacıoğlu’yla çalıştık. O, filme daha yoğun duygusal bir eşlik sunan, neredeyse sesi taşıyan etnik bir sound yarattı. Ayrıca Ferhat karakterinin Lazca konuştuğu bir sahne de var. Ben her zaman şuna inanıyorum: Karakterler hangi coğrafyadaysa, hangi geçmişten geliyorsa, gerçek hayatta olduğu gibi kendi dillerini, kültürlerini taşımaları daha doğru. Tek tipleşme bana doğru gelmiyor. Hopa, Lazların, Hemşinlilerin, Gürcülerin iç içe yaşadığı bir yer. Hemşinceyi daha önce "Sonbahar" ve diğer filmlerimde kullanmıştım. Bu filmde karakterin Laz olması ve Lazca konuşması bana bu coğrafya için daha doğru geldi.
Leyla Tanlar ve Timuçin Esen nasıl bir araya geldi, performanslarını ve hazırlık sürecini nasıl anlatırsınız?
İlk önce Timuçin ile anlaştık. Çok beğendiğim, daha önce birlikte çalışmadığım bir isimdi. Lia’yı bulmak daha zordu. Başta Ukrayna, Gürcistan ve Avrupa kentlerinden oyuncularla görüştük. Bu kez de Türkçe aksan meselesini düşündük. Sonra cast direktörümüz Songül Karaaslan Leyla’dan bahsetti. Leyla birkaç dil bilen, dile yatkınlığı olan ve tipoloji olarak da karaktere çok uygundu. Dille kurduğu ilişki bizim için önemliydi, deneme çekiminde de çok iyi bir performans sergileyince hiç tereddütsüz beraber çalışmaya karar verdik. Çekim sürecinde de fark ettik Timuçin ve Leyla performanslarıyla da birbirlerini yükselttiler. Birbirlerine denk düşen, uyumlu ve iyi performanslar çıktı ortaya.
Bu filmin Ferhat'ı, "Sonbahar"ın Yusuf'u ve Kazım Koyuncu ile arkadaş
Evrensel’e verdiğiniz röportajda Ferhat karakteri ile Kazım Koyuncu ve "Sonbahar"daki Yusuf arasındaki bağdan söz ediyordunuz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Aslında bu, yazarken en başta düşündüğüm bir şey değildi. Sonradan fark ettiğim bir bağlantı oldu. Yazım sürecinde hiç aklımda yoktu ama bir noktada durup baktığımda şunu gördüm: Karakter 46–47 yaşlarında, bir yuva meselesi var ve mekânsal olarak oralı olması gerekiyordu. Oradan düşünmeye başlayınca, üniversite yıllarımdan gözlemlediğim bazı insanlara çok benzediğini fark ettim. Yusuf siyasi nedenlerle cezaevine girip, hayatını kısa sürede kaybeden bir karakter. Kazım Koyuncu da hayatını çok sahici yaşayan ama talihsiz biçimde erken yaşta kaybedilen bir figür. Ferhat ise hayata devam eden, belki bütün bunlara hiç karışmayan, daha küçük bir yerden gelip kendine bir yuva, bir hayat kurmaya çalışan ama aslında orada da tam olarak bir hayat kuramayan biri. Bu ihtimal bana çok gerçekçi geldi.
Bu bağlantıyı oyuncularla çalışırken paylaştınız mı?
Karaktere derinlik katması için konuştuk. Hatta evde geçen bir sahnede, “Sonbahar”daki Yusuf’un, Kazım’ın ve Ferhat’ın üniversite yıllarına ait gençlik fotoğrafları var. Üçünün arkadaş olabileceği, ortak bir geçmiş paylaşmış olabilecekleri ihtimali üzerine konuştuk. Oyuncular için de karakteri içeriden kurabilmek adına bu tür bağlantılar önemliydi. Bu anlamda, Ferhat’ın hikâyesine sessiz ama güçlü bir arka plan kazandırdı diyebilirim.
Bu filmi kendi filmografinizde nereye koyuyorsunuz? Açıkçası şunu da merak ediyorum; bir yönetmenin ya da bir yazarın ürettikleri arasında favori bir işi olur mu, sizde var mı?
Hiç öyle değil. Film üretmek ya da yazmak, çizmek konusunda ben öyle düşünmüyorum. Tam tersine, hepsinin ayrı bir rengi olabiliyor; hatta bence öyle olmalı zaten bütün filmlerinde. Ben de hep böyle baktım, kendini tekrar eden filmler yapmamaya çalıştım. Ama tabii ki tematik benzeşmeler her zaman oluyor; bir yönetmen, bir yazar olarak bu kaçınılmaz.
Burada coğrafik olarak o tarafa doğru gittiğimiz için, seyircinin “Erken Kış”ı “Sonbahar”la ilişkilendirdiğini görüyorum. Coğrafya ve mekân olarak sonunda örtüştüğü için böyle algılanıyor ama aslında çok farklı hikâyeler, anlatım dili de farklı. Yine de dediğim gibi ortak benzeşmeler var; mekân kullanımı, büyük resimden çok karakterlerin içsel dünyalarına bakmak, içsel bir yolculuğu takip etmek. Daha çok içe dönük, karakterlerin kendi içlerine doğru yolculukları meselesi. Bunun zamanını tabii ki zaman belirleyecek.
Galiba seyircinin kendi politik kimliği, sınıfsal meseleleri ya da coğrafi deneyimleri bile bu algıyı değiştiriyor. O yüzden bu filmi muhtemelen üç, dört, beş yıl sonra ben de çok daha net göreceğim. Çünkü şu an çok sıcakken eğim gitmiyor, benim için de öyle. Biz filmleri yaparken işin içine giriyoruz, ipin ucunu tutuyoruz; sonra seyirci algısı devreye giriyor, her şey bitiyor ve ancak ondan sonra geriye dönüp bakabiliyorsun.
"50 yaşında ilk kez söyleyebildim: İyi ki her şeye rağmen film yapmaya devam etmişim"
Geriye dönüp bakınca siz ne düşünüyorsunuz kendi filmlerinizle ilgili?
Ben filmlerimi bittikten sonra uzunca bir zaman izleyemiyorum. Bir de küçük ekranda izlemeyi sevmiyorum. Yakın zamanda “Sonbahar”ı, “Gelecek Uzun Sürer”i, “Rüzgârın Hatıraları”nı, “Karanlık Gece”yi ve “Aşıklar Bayramı”nı yeniden izledim. Orada şunu diyorsun: “İyi ki bu filmi yapmışım.” Bu önemli. Bir filmdenpolitik olarak da felsefik olarak da utanç duymamak; bence bu çok önemli.
Para için ya da başka bir şey için film yapmamak bana etik olarak daha doğru geliyor. Tabii ki Türkiye’de şöyle bir beklenti de var: Her filmde daha fazla politik bir şey görmek, daha farklı bir şey beklemek. Ama bir yönetmen çok kişisel bir hikâye de anlatabilir, çok epik bir hikâye de. Ben biraz böyle görüyorum. 50 yaşındayım geçen sene ilk kez bunu söyleyebildim: “İyi ki her şeye, tüm engellere rağmen bu ülkede film yapmaya devam etmişim.”
Türkiye’de sinema yapmak hakkında ne düşünüyorsunuz?
Artık üretken olmak da kolay değil. Bu pek görülmüyor ama Türkiye’de bazen kendi aramızda konuşurken “ilk film, ikinci film mezarlığı” diyoruz. İnsan bir film yapar, iki film yapar ve bir daha film yapamaz; gerçekten çok zor. Ama biz bir şekilde her ekonomik olarak tökezlediğimizde ayağa kalkıp film yapmaya devam ettik. Yanımızda duran insanlarla, onlara da kapı açarak… Mesela Nar Film’de birçok kısa filmciye, belgeselciye, ilk filmini yapanlara kapı açtık. Yani bir Nar Film filmografisinin, bir Nar Film’in bir değeri var. 10 yıl sonra dönüp baktığımızda, belki 25. yılımızı kutlamak istediğimizde, önemli olan bunun var olması. Bu ülkede, böyle bir zamanda çeyrek asır inadına film yapmış olmak ve kendi hikâyelerimizi anlatmak. Ben sinemaya biraz böyle bakıyorum: inadına film yapmak.

