Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Giden bu yolculardan en çok ben şanssızım,
Ne kadar çok yaşadıysam o kadar çok yalnızım.
Ahmet Kaya, ‘Bir de Sen Gitme’ adlı şarkısında böyle diyor. Türkçem iyi olmadığından, kimi zaman insanların söylediklerini yanlış anlıyorum. Müzik dinlerken de yalnızca belirli kelimeleri ya da ifadeleri anlayabiliyor, bunlardan şarkının genel anlamını çıkarmaya çalışıyorum. Aslında, Ahmet Kaya’nın şarkılarının sözlerini tam olarak anlamadığım için kendimi bir bakıma şanslı hissediyorum; hayal gücüm yakaladığı kelimelerle nereye isterse oraya gidiyor. Kaya’nın kederli sesi çok hoşuma gidiyor, içime dokunuyor. Şarkıları bana bu dünyadaki derdi ve ızdırabı hatırlatıyor, ama aynı zamanda umudun, daha önemlisi sevginin ve şefkatin de var olduğunu söylüyor.
Yukarıdaki dizeler bana o şarkıda, sevdiklerini kaybetmesinin verdiği acıyı anlattığını düşündürüyor. Yola birlikte çıktığın insanları, hayat denen yolculuk sırasında kaybediyorsun. Ama şanssız olan aslında sensin, çünkü onlar ölürken sen yaşlanıyorsun ve yaşlandıkça yalnızlaşıyorsun. Onları özlüyorsun, bu özlem yüreğini burkuyor. Bunlar, şarkının asıl anlamıyla ilgisizdir belki, bilemiyorum. Ahmet Kaya’nın böyle dediğine, hayat hakkındaki hislerime ses verdiğine inanmak istiyorum belki de. Hayal gücünün özgürlüğünden bahsederken kastettiğim, tam olarak bu.
Peki, tüm bunları niye yazıyorum? Şu yüzden: Eski bir arkadaşım, Aleksandar Saşa Bukviç ölmüş. Arkadaşlarım birer birer gidiyor. Sık sık, telefonla ya da e-postayla kötü haber geliyor. Birkaç gün önce, ortak bir arkadaşımız bana e-postayla, Saşa’nın Saraybosna’da kanserden öldüğünü haber verdi
Toronto’da bir gece, Goran Simic ve Fraser Sutherland’le otururken, birlikte ‘4-Unlimited’ adlı bir kolektif kurma fikri doğduğunda en çok Saşa heyecanlanmıştı. Konu sanat olduğunda, en ufak bir fırsat gördüğünde yeni maceralara atılmaya her daim hazırdı. Sanata kaynaklık edebilecek, içinden sanat çıkarılabilecek her şey anlamlıydı ona göre. O zamanlar sanat konusunda pek bir şey bilmiyordum. Bu yüzden, Saşa, üzerine konuştuğumuz herhangi bir şeyi sanatsal üretime bağlayınca, söylediklerine biraz kuşkuyla bakıyordum. Neden her şeyin ille bir sanat olayına ya da performansa dönüşmesi gerekiyordu ki? Ayrıca, Saşa sanat konusunda biraz takıntılıymış gibi geliyordu bana. Ama yavaş yavaş, onu tanıdıkça, yaratıcılığı anlamlı tek hayat biçimi olarak gören tavrını beğenmeye başladım. Onunla tanıştığımda, iki yıldır sürdürdüğüm, İvan’la ilgili çalışmamı görmek istedi. Ruhen tükenmiş, yaşlı ve yalnız bir göçmendi İvan. Saşa, fotoğraflardan çok etkilendi; durmadan onun hikâyesini sergilemekten söz ediyordu. Oysa ben yalnızca meraktan fotoğraf çekiyordum, onun aklındaki gibi bir sergi açmayı hiç düşünmemiştim. Ama Saşa bu konuyu o kadar sık açıyordu ki, sanırım sonunda, fotoğrafın halkla paylaşılması gerektiği düşüncesi bana da mantıklı gelmeye başladı.
Çok sonraları, Saşa’yı daha yakından tanıyınca öğrendim ki, 80’lerde Saraybosna’da Zvono adlı bir sanatçı kolektifinin kurucuları arasında yer almış. Kolektifin amaçlarından biri, sanatı sokaklara, barlara, stadyumlara vs. taşıyarak kamusallaştırmakmış. Saşa, ülkesinde olduğu gibi Toronto’da da saygı gören bir sanatçıydı. Saraybosna’da, savaş yıllarında kapanan, ailesine ait ünlü pastane Jadrenka’nın pasta şefi olarak da nam salmış. Ama Saşa, İvan gibiydi. Yaşadığı hayal kırıklıkları ve memleket hasreti onu mutsuzluğa sürüklemişti. En sonunda, ben İstanbul’a taşınmadan birkaç yıl önce Sarayevo’ya döndü.
Bir seferinde ona Eduardo Galeano’nun bir kitabından kısa bir hikâye anlatmıştım. Hikâye şöyleydi: Sanatın anlamına dair bir araştırma yapan iki kişi, eski hocaları olan emekli bir profesöre danışmak için onun evine gitmiş. Adam ziyaretçi istemiyormuş; kapıyı açmamış. Öğrencileri ona, kapının ardından da olsa tek bir soruyu yanıtlaması için yalvarmışlar. Adam kabul etmiş, onlar da sormuş: “Sanat nedir?” Adam biraz düşündükten sonra, bitkin bir sesle yanıt vermiş: “Sanat ya sanattır ya da b.ktur.” Saşa bu hikâyeye çok gülmüş, durup durup “Çok sevdim bu lafı” demişti. Sonrasında, onunla arkadaşlık ettiğimiz birkaç yıl boyunca, kim bilir kaç kez, bana göz kırpıp “Toronto b.ktan geçilmiyor” diyerek kahkaha atmıştır.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz