Bir kasap hikâyesi/lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Meksika’da yaptığım tüm otobüs seyahatlerinde bana çok şaşırtıcı gelen, şöyle bir durumla karşılaştım: Otobüs, beklenmedik bir anda, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde durur, yolculardan biri bohçasıyla ya da başka türlü yükleriyle iner, uyuşmuş bacaklarını esnetir, sonra da ıssızlığın ortasında, kim bilir nereye doğru, yürümeye başlar. Kilometrelerce uzanan o kocaman alanda, gözün erişebildiği hiçbir noktada, tek bir ev, insan varlığına dair en ufak bir iz yoktur. O insanların gitmek varış noktalarının neresi olduğu, bir muammaydı benim için; hâlâ öyle. Oraya ulaşmak için yürüyerek kat etmeleri gereken mesafeyi ise aklım hiç almazdı. Kendi yolculuğum bittikten sonra bile o insanları düşünürdüm, gidecekleri yere karanlık basmadan varmışlar mıdır acaba diye. 

Van kırsalında çektiğim, yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz çocuklar bana Meksika’daki o yolcuları hatırlatıyor. Akşamüstüydü. Peyzaj fotoğrafları çekerken, uzaklarda bu iki çocuğu gördüm. Yürüyorlardı. Nereden geldiklerini anlamamıştım ama arka taraftaki, bir başına duran evden gelmedikleri kesindi. Peki, nereye gidiyorlardı? Yakınlarda başka ev yoktu. “Tamam da, senin ne işin vardı orada?” diyorsunuz belki; ben de onu anlatmak istiyorum zaten, yukarıdaki kare işin bahanesi.  

Türkiye’ye ilk gelişimde, babamın doğduğu yer olan Diyarbakır’ı görmek için, İstanbul’dan otobüsle 24 saatlik bir yolculuk yapmıştım. O zamanlar henüz restore edilmiş olmayan Ahtamar Kilisesi’ni de merak ettiğimden, oradan Van’a gitmiştim. Ahtamar Adası’nı ve Van’ı görmek için altı saat yol yapmaya değerdi. İlk gün öğleden sonra Van şehir merkezinde yürüyerek bir sürü fotoğraf çektim. Demir büken bir inşaat işçisini fotoğrafladığım sırada, arkamdan biri “Pıliiz mistır, yu kam” (mealen, “Böyle buyur beyim”) dedi. Dönüp baktım; üstünde kan lekeleri olan bir önlük giymiş, bir dükkânın kapısının önünde duran, orta yaşlı bir adamdı. Türkçe bilmiyordum ama vitrinde yazan ‘kasap’ kelimesinin anlamını –Arapça olduğu için– çocukluğumdan beri bilirdim. Adam, yüzünde büyük bir gülümseme, eliyle işaret ederek beni yanına çağırıyordu. Gittim; birbirini tanımayan ve aynı dili bilmeyen iki insan nasıl konuşursa, öyle konuşmaya başladık. Sohbetten ziyade dostane bir sorguda gibiydim – nereliydim, orada ne arıyordum, Van’a ve Türkiye’ye ilk kez mi geliyordum, şehri sevmiş miydim... Tüm bunları, Türkçeyle karışık bir İngilizce ve el işaretleriyle soruyordu. Ve nihayet, “Ha, Ermeni’sin demek, Van’da eski Ermeni köyü çoktur ama Ermeni kalmadı”...

Uzayıp giden bu konuşmanın ardından, onun ve üç yardımcısının bir sürü fotoğrafını çektim. Ardından, Kasap Turan durduk yerde benden arabasına binmemi istedi. “Çok özel bir yere gideceğiz” dedi. Gerilmiştim; sonuçta tanımadığım biriydi bu adam. Nereye götürecekti beni? Seyahat ettikleri ülkelerde yerel halk tarafından kandırılıp soyulmuş arkadaşlarımın hikâyeleri geliyordu aklıma. Arabanın arka koltuğuna tanımadığım bir adam oturunca iyice işkillendim. Beni uzak bir yerlere götürüp neyim var neyim yoksa alabilir, bana zarar verebilirlerdi. Ama sonra bunun, Türkiye’den hoş bir anıyla dönebilmem için bana yukarıdan bir yerlerden bahşedilmiş bir hediye olduğunu, böyle bir fırsatı kaçırmamak için insanlara güvenmem ve pozitif olmam gerektiğini düşünüp bindim arabaya.

Turan arabayı şehir dışına sürdü. Gördüğüm her şeye, her yere yabancıydım. Endişem geçmemişti, durmadan nereye gittiğimizi soruyordum, o da durmadan her şeyin yolunda olduğunu, endişelenecek bir şey olmadığını söylüyordu. Kısa süre sonra, verdiğim kararın doğru olduğunu anlayacaktım. Arka koltuktaki adam bir köy evinin önünde arabadan indi, biz yola devam ettik. Rahatlamıştım. Kırsal bölgede gittikçe gidiyor, küçük köylerin girişlerinde, hiçbir yerleşimin olmadığı yerlerde duruyorduk. Yukarıdaki fotoğrafı, böyle bir mola esnasında çektim. 

Neden sonra anladım ki, Turan bana eski Ermeni köylerini gezdiriyormuş. Bu jest beni çok duygulandırmıştı, onun kötü niyetli olabileceğini düşündüğüm için kendimden utanmıştım. Gözyaşlarımı zor tutuyordum. İnsanın özündeki iyiliğe duyduğum gözü kapalı inanç yine zedelenmemişti.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz 



Yazar Hakkında