Kesab /lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

O sabah büyük bir heyecanla uyandım. Müthiş bir gün olacaktı. İki ağabeyim ve kuzenlerimle birlikte, sabahtan akşama kadar dışarıda gezecektik. Ne yapacağımızı, nerelere gideceğimizi bir önceki akşam konuşmuş, her şeyi ince ince planlamışlardı. Ben beş yaşında ya var ya yoktum, onlar ise benden büyüktü. Ama beni de yanlarında götüreceklerini söylemişlerdi, hem de defalarca. Yataktan fırladım, çarçabuk giyinip oturma odasına gittim. Suren amcamın eşi Şamiram abla ve annem yere oturmuş, önlerinde koca bir sini, patlıcan oymakla meşguldü; bana dönüp, sıcacık bir sevgiyle gülümsediler. Ağabeylerim ortalıkta yoktu. Evde her sabahkinden farklı bir hava, tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Bir terslik vardı bu işte. Anneme “Ağabeylerim nerede?” diye sordum; “Kuzenlerinle birlikte çıktılar az önce” dedi. 

O an hissettiğim üzüntüyü bugün bile kelimelere dökemiyorum. Çok büyük bir telaşa kapıldım. İki gözüm iki çeşme, “Onlara yetişeceğim” diye bağırarak dışarı çıktım. Annem hemen kalktı, “Uzaklaşmışlardır artık, yetişemezsin” diyerek peşimden geldi. Ama kararlıydım. Ben önde, annem arkada, başladık koşmaya. Annem, “Oğlum, dur, geri gel” diye bağırıyor, âdeta yalvarıyordu ama tabii, dinleyen kim... Ne tarafa gittiklerini bilmesem de koşmaya devam ediyordum. Sonra aniden, sol ayak bileğimin hemen üst kısmında şiddetli bir acı hissettim. Ne oldu diye bakmak için durdum ve gördüğüm manzara karşısında dehşete kapıldım. Çok fena bir kesikti, kan fışkırıyordu bileğimden. Yerde, tam ayağımın yanında, kırılmış bir bira şişesinin dip kısmı duruyordu. Kırık camın bir kenarında kan izi vardı. Canım çok yanıyordu. Korku ve telaşla, kan dursun diye bileğimi kavradım. Annem birkaç saniye içinde yetişip beni kollarına aldı. Ağlıyor, durmadan “ah oğlum, ah oğlum” diyordu. Bir koluyla beni taşırken, boşta kalan eliyle de kesiğin üstüne sıkıca bastırıyordu.

Şamiram ablayla annemin bileğime sardıkları beyaz bez ve o bezin üzerindeki kan izi dışında bir ayrıntı kalmamış aklımda. Acı içinde, ‘hainler’in eve dönmelerini, çocuk ruhumda açtıkları yarayı görüp pişman olmalarını bekliyordum. Evet, bileğimden çok ruhum yaralanmıştı. İhanetin ve terk edilmenin acısını ilk kez o zaman tatmıştım. Bu olay, Beyrut’a taşınmadan önce ailecek Kesab’da geçirdiğimiz yaz günlerine dair ilk anılarımdan biridir aynı zamanda.
Yukarıda gördüğünüz kare 2014 yılına ait. Yer, Vakıflıköy. Deklanşöre basarken, Kesab’daki çocukluk günlerim canlanmıştı zihnimde. Vakıflı’ya iki günlüğüne, Kesab’dan kaçıp oraya sığınan 21 yaşlı Ermeni’nin fotoğraflarını çekmek için gitmiştim. Onlarla bir araya gelmek Kesab’a duyduğum özlemi depreştirmiş, o özlem beni âdeta sarhoş etmişti.

Ah, Kesab... İncirin tadına ilk kez orada bakmıştım, sapından çıkan beyaz sütü orada keşfetmiştim. Büyük kuzenim, “İnciri dalından koparıp aşırırsan, bembeyaz gözyaşı döker öyle” demişti o gün. 
Babam yazları Mari Hanım’ın evini kiralardı. Mari Hanım’ın babası ihtiyar Babuş, dört kuzenimle birlikte katırına binmemize izin verirdi. O katır, çocukluğumuzun yaz tatillerinin yıldızıydı. 

Kuzenlerim ve ağabeylerimle birlikte, ‘talihsiz âşıklar’ı bulmak için bir gün boyunca dağ tepe yürüyüp her taşın altına bakmıştık. Sevenlere zulmetmenin ne büyük bir günah, aşkın ne kadar kutsal bir duygu olduğunu gelecek nesillere hatırlatmak için el ele can verip kayaya dönüşmüş o iki genci arıyorduk.
Meltemlerin getirdiği tatlı serinlikle uzayıp giden Kesab akşamlarından birinde, akordeonun sesine âşık olmuştum. Kuzenimin, gecenin valsini çaldıktan sonra yüzünde beliren o güzel tebessüm hâlâ gözümün önündedir. Bizi sarıp sarmalayan sessizliğin içindeki tek ses, ağustos böceklerinin çok uzaklardan gelen şarkısıydı.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında