Dev dalgaların farklı coğrafyalara fırlattığı insanların hikâyesi

Tiyatro tarihçisi Fırat Güllü'nün yeni romanı “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken”, kökleri Anadolu’ya dayanan Avustralyalı bir Ermeni ailenin dört kuşağa yayılan öyküsünü anlatıyor.

 

Tiyatro tarihçisi olarak tanıdığım Fırat Güllü’nün 2021 yılında “Adı Olmayan Adam” isimli kitabı yayımlandığında, edebiyat alanına geçtiğini tahmin etmemiştim. Güllü, “Adı Olmayan Adam” romanını bir tragedya eseri gibi yapılandırdığını ifade etmişti. Romanın daha basımı yapılmadan dosya halinde katıldığı 2018 Tudem Edebiyat Ödülü’ne layık bulunmasından arkasının geleceği belli olmuştu. Bu yıl basımı yapılan kitabı “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken” ise Güllü’nün roman türünde ilerlemeye kararlı olduğunu ortaya koyuyor. Yeni romanında kökleri Anadolu’ya dayanan Avustralyalı bir Ermeni ailenin dört kuşağa yayılan öyküsünü ele alan Güllü ile “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken” üzerine konuştuk.


Edebiyatın bir dalı olarak tiyatro alanında çok dillilik ve çok kültürlülük denince benim aklıma Fırat Güllü gelirdi. Şimdi de roman türünde çok dillilik ve çok kültürlülüğün taşıyıcısı olmaya doğru ilerliyorsunuz diyebilir miyiz?

Yaklaşım olarak benzese de tam olarak aynı olduğunu söylemek zor. Her şeyden önce anadilimde yani Türkçe yazıyorum. Ne yazık ki diğer dilleri edebi bir anlatıda kullanacak kadar iyi bilmiyorum. Ama kaleme aldığım anlatıları çokkültürlülük ya da bizim kullanmayı sevdiğimiz şekliyle kültürel çoğulculuk perspektifinden ele almaya çalıştığım doğrudur. 

Bu iki kavram birbirinden farklı mı?

Kültürlerin belli sınırlar içerisinde birbiriyle yan yana var olmasından ziyade birbirleriyle etkileşime girmesini, birbirini dönüştürmesini ve yeni yaklaşımlar yaratmasını savunan bir sanatsal gelenekten geliyorum. Bu anlamda kültürel anlamda çoğulcu bir yaklaşımdan yana olduğumu vurgulamak isterim. Örneğin son romanımın ana kahramanlarından birisi olarak Oksen Şıracıyan’ın Türkçe yayınlamayı seçtiği Alla Turca isimli mizah dergisi bu türden yaklaşımın güzel örneklerinden birisi sayılabilir. Bu perspektiften bakınca romanın son 150 yıllık tarihimize kültürel çoğulcu bir perspektiften bakmaya çalıştığı doğrudur.

İlk kitabınız gibi bunda da tragedya esintileri var mı?

İlk kitabım trajik bir hikâyeyi ele aldığı için tragedya biçiminde yapılandırılmıştı. İkinci kitabımda ise sahneyi opera alıyor. Fonda Verdi’nin La Traviata’sı Kamelyalı Kadın’ın sahneden yürüyerek geçip gittiğine şahitlik ediyoruz.

Romanın kahramanlarından yazar Şemsettin Sami ve tiyatro oyuncusu Mari Nıvart İstanbul adalarından birisinde bir balkonda La Traviata’yı dinliyorlar. O balkonla Üsküdar’daki bir apartmanın çatı katında romanın ana karakterleri Faruk ve Jennifer’ın birlikte Boğaz’ı seyrettikleri balkon aynı balkon olabilir mi?

Balkon balkondur sonuçta. Shakespeare’in Verona’sında ya da İstanbul’da oluşunun bir önemi yok. Birbirine sevgiyle bakan iki aşığın buluşabileceği en ideal yer. Göndermeler konusunda haklısınız. Farklı çağlarda da geçse aşk hikâyelerinin isyan ve direnişle bir bağı var. Farklı zamanlarda yaşanmış aşk hikâyelerini okumak, aynı ezginin farklı varyasyonlarını dinlemek gibi bir şey. Romanda kurgusal bir karakter olan Oksen Şıracıyan’ın gerçekten yaşamış tarihsel kişilikler olan Şemsettin Sami ile Mari Nıvart arasındaki aşkı konu edinen bir roman kaleme aldığını görüyoruz. Biraz roman içinde roman gibi. Büyük dedesi Şıracıyan’ın yaşamıyla ilgili bir araştırma yapmak için Avustralya'dan, ailesinin ayrılışının üzerinden 150 yıl geçtikten sonra İstanbul’a gelen Jennifer ve ona ev sahipliği yapan Faruk, Üsküdar’da sözünü ettiğiniz balkonda birlikte bu romanı okurken bir anlamda ona şimdiki zamanda yeniden hayat veriyor gibiler.


Akıcı bir dille yazdığınız ve bu sayede kolay okunabilen “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken”de dört nesil arasında gidip gelen olaylar zinciri ve ilişkiler ağı sürprizlerle dolu. Zaman ve mekân da bir o kadar şaşırtıcı bir hızla değişiyor. Bu hızlı değişimlere karşı okuyucuyu önceden uyarmak ve kitabın mümkün olan en kısa zamanda okunması gerektiğini vurgulamak istedim. Okuyucu olarak kitaba ara verdiğinde yeniden dönmek zor olabilir geldi bana.

Elbette, her okuyucu metinlerle dilediği gibi ilişki kurmakta özgür. Hele metin kurmaca ise bu olanaklar çok daha fazla oluyor. Kökleri İstanbul’a dayanan Avustralyalı bir Ermeni ailesinin sizin de belirttiğiniz gibi geniş bir coğrafyaya yayılan hikâyesini okuyoruz. Üstelik anlatı çizgisel zaman akışına sadık kalmayan; zaman, mekân ve öykü düzlemlerini atlamalarla birbirine bağlandığı bir yapıya sahip. Dille ilgili tespitleriniz benim için önemli. Çünkü edebi bir eser ortaya koyarken yazarın dil dışında bir aracı yok. Yarattığı tüm dünyayı dille inşa edecek. Okurun o dünyayla bağ kurmasını sağlayacak köprüleri dil üzerinden kuracak. Üstelik dili çeşitlendirerek karakterlerin birbirinden ayrışmasını sağladığı gibi ortak temalar etrafında öykünün bütünlüğünü sağlayacak. Bu nedenle sizin güzelce özetlediğiniz türde edebi bir yapı inşa etmek benim için zorlu bir meydan okumaydı.

İlk kitabın “Adı Olmayan Adam” ve “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken”de dolaştığın dünyalar birbiriyle bağlantılı. Mesela, Ermeni ve Osmanlı tiyatrosunun çıkış yaptığı Venedik ve İstanbul arasındaki bağ buna örnek verilebilir. Tabii “Uzun Süren Bir Gece Şafağa Kavuşurken”in coğrafyası çok geniş. Her iki kitapta da coğrafyanın ana karakterlerden birisi olduğu söylenebilir mi?

19. ve 20. yüzyıllarda geçen ve Ermeni toplumunu konu edinen bir hikâye anlatıyorsak coğrafyanın ana aktörlerden birisi olması kadar doğal bir şey olamaz. Tabii bu hikâyenin iki yüzü var gibi: Biri aydınlık diğeri ise ne yazık ki karanlık. 19. yüzyılda yaşanan aydınlanma hareketinin de etkisiyle çok farklı coğrafyalara yayılan ve gittiği her coğrafyada kendisini besleyen, zenginleştiren ama aynı zamanda içinde bulunduğu coğrafyaya önemli katkılar yapan bir Ermeni kültürel yaşamı söz konusu. Edebiyatıyla, tiyatrosuyla, müziğiyle, bilimsel çalışmalarıyla çağdaş dünya ile bütünleşmeyi seçmiş, sınırlara sıkışmayı reddeden gelişkin bir kültür. Bu Ay’ın Dünya’dan görünen aydınlık yüzü. Ay’ın karanlık yüzündeyse 20. yüzyıl tarihine giriş yapıyoruz. Burada ise ne yazık ki yerinden edilme, sürülme, vatansızlaşma ve diasporalaşma gerçeği var. Tam da belirttiğiniz gibi ilk kitap karanlığın çökmesinin ardından ateş böcekleri gibi birbirlerine yakınlaşarak birbirlerini aydınlatmayı seçenlerin ve yaşanan her şeye rağmen doğup büyüdükleri, kök saldıkları toprakları terk etmemeyi seçenlerin hikâyesini anlatıyordu. Bu ikinci kitapsa yaşanan depremin ardından beliren dev dalgaların sürükleyerek farklı coğrafyalara fırlattığı insanları merkezine alıyor.

Biraz da karakterlerden bahsedelim. Avustralya'da doğduğu şehrin adını taşıyan Sidney, karısına duyduğu aşktan dolayı öldükten sonra bir kara sinek olarak onun yanında dolanıp duran Dimitris Papadopulos, dedesi Oksen Şıracıyan’ın hikâyesinin peşine düşüp İstanbul’a gelen Jennifer. Bu kurgu karakterlere eşlik eden tarihsel figürler de var. Özellikle Şemsettin Sami ve Mari Nıvart hikâyesi son dönemde çok popüler oldu ve farklı yazarlar tarafından da ele alındı. Ama siz bu hikâyeyi tümüyle farklı bir biçimde anlatıyorsunuz. Hikâyeye aniden dalan Ali Suavi’yi de unutmamak lazım. Bir tarihçi olarak kurgu karakterler ve yeniden kurgulanmış tarihsel karakterlerin bir edebiyat eserinde bir arada yer almasını nasıl açıklıyorsunuz?

Benim yanıtım oldukça basit: Bu bir kurgu, dolayısıyla karakterlerin hepsi kurgu. Bu eseri kaleme alırken Şemsettin Sami’nin biyografisinden işime geldiği gibi yararlandım. Hiç yararlanmayabilir ve tümüyle uydurma bir biyografi de yaratabilirdim. Ama kısmen de olsa yararlandım. Nasıl ki tümüyle kurgu olan karakterlerimizin sahiciliğini sağlamak için onlara yaşamımızdan gerçeklik kırıntıları serpiyoruz, tarihsel karakterler söz konusu olduğunda da tarihsel kırıntılar serpmekte bir sakınca görmüyorum. Tabii bu yanıt biraz yazarın hedefleriyle de ilgilidir. Ben Şemsettin Sami üzerine çalışmalar yürüten ve onun biyografisini okura kolay ulaşması amacıyla biraz dramatize ederek kaleme alan bir yazar olsaydım, yani okur karşısında Sami’nin hikâyesini gerçeklere sadık kalarak kaleme alacağımı iddia etseydim eserdeki anekdotların sorgulanmasını bir ölçüde anlayabilirdim. Ama bu romanda atıfta bulunulan tarihsel figürlerin böyle bir rolü yok. Romanın kurgusu içinde yazarın yarattığı karakterler okurlara makul oranda sahici geliyorsa bu karakterler gerçektir. Belki de kara sineğe dönüşen Dimitris’i siz de o yüzden sevdiniz.

Bu tarihsel karakterler arasında Hrant ve Rakel Dink de yer alıyor.

Hrant’tan çok Rakel belki. Evet, diasporadan önyargılarla İstanbul’a gelen bir Ermeni karakterin 19 Ocaklardan birisine katıldığını hayal ettiğim bir sahneydi o. Diasporada yaşayan Ermeni entelektüellerden bazılarının ilk 19 Ocak etkinliği sonrasında yaşananları görerek çok şaşırdıklarına tanıklık etmiştim. Diasporadakilerin İstanbul Ermenilerine ilişkin yaklaşımları hayatta olduğu dönemde Hrant Dink’in de eleştirel bir bakışla ele aldığı konular arasında yer alıyordu. Bununla birlikte binlerce insanın “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” diye sokakları doldurması onların çok tahmin edebileceği bir durum değildi.

Bir de “kimsenin okumadığı Ermenice oyunlar yazan”, “oyunlarını, masraflarını kendi cebinden ödeyerek şık ciltler halinde bastıran, sonra çevresindekilere hediye eden” bir yazar figürü var. Bu da sanki ilk kitabına bir gönderme değil mi?

Evet. İlk kitabımı okuyanlar ya da Arman Vartanyan’ı şahsen tanıyanlar bu bağlantıyı kurmuş olabilir. Ancak yaşlı Ermeni yazarın ağzından dökülen, “Oğulun unutmaya çalıştığını torun hatırlamaya çalışır” sözleri göç çalışmalarıyla tanınan Amerikalı tarihçi Marcus Lee Hansen’e ait. Roman karakterlerinden Sidney bu sözlerde kendi yaşamının bir özetini bulur bildiğiniz gibi. Bir anlamda kaleme aldığım romanın bir özeti gibi de duruyor.



Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat



Yazar Hakkında