"Elimizde tuttuğumuz, sarsıcı, belki klişe bir tabir olacak ama tam manasıyla insanda midesine yumruk yemiş hissi uyandıran bir metin. Acı ve ıstırap elle tutacak kadar somutlaşıyor. Özellikle giriş bölümü oldukça sarsıcı. Ve söz konusu olan münferit vakalar değil, Ermeni halkının kolektif olarak maruz kaldığı acı bu. Yetimler her zaman, her toplumda vardır ve çoğu zaman hayatları maddi-manevi zordur yetimlerin."
Bu köşede zaman zaman tarihte birçok grup büyük acılar yaşamasına rağmen Ermenilerin neden kuşaklar sonra bile soykırım travmasını bir türlü atlatamadığı -eğer bu atlatılabilecek bir şeyse- sorusu üzerinde duruyoruz. Bu sorunun tabii tek bir cevabı yok. Failler ve onların takip eden kuşakları tarafından soykırımın inkârının, Ermenilerin yaşadığı geri döndürülemez, onarılamaz kayıpların, bir de üstüne suçlu ilan edilmelerinin bunda payı var. Fakat, yaşanılan acının ve takip eden travmanın yaygınlığı ve derinliği de bir etken. Sadece soykırımı yaşayan nesillerin değil takip eden birkaç neslin psikolojisini bozan, en azından sarsan bir olaydan bahsediyoruz. 1913 Gürün doğumlu Antranik Dzarugyan’ın ‘Çocukluğu Olmayan Adamlar’ başlığıyla Türkçe’ye çevrilip yayınlanan (Aras Yayıncılık) anılarına, işin acı ve travma boyutunu anlamamıza yardımcı olacak bir kaynak olarak dikkatinizi çekmek istiyorum.
Kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere bu bir kuşağın, daha net söyleyecek olursak soykırım yetimlerinin hikâyesi. Sevan Değirmenciyan’ın kitaptaki yazısından öğreniyoruz ki tehcir yüz binlerce Ermeni ailesi gibi Dzarugyan ailesini de vurunca yollara sürülüyorlar ve o hengâmede geriye küçük Antranik ve annesi Yeranuhi hayatta kalıyor. İlkönce Suriye’nin Hama şehrinde bir-iki yıl kaldıktan sonra 1918’de Halep’e geçiyorlar. Burada, annesi çalışmak zorunda olduğu için Antranik’i yetimhaneye veriyor. ‘Çocukluğu Olmayan Adamlar’ işte Antranik’in bu yetimhanede yaşadıkları ve gördükleridir.
Elimizde tuttuğumuz, sarsıcı, belki klişe bir tabir olacak ama tam manasıyla insanda midesine yumruk yemiş hissi uyandıran bir metin. Acı ve ıstırap elle tutacak kadar somutlaşıyor. Özellikle giriş bölümü oldukça sarsıcı. Ve söz konusu olan münferit vakalar değil, Ermeni halkının kolektif olarak maruz kaldığı acı bu. Yetimler her zaman, her toplumda vardır ve çoğu zaman hayatları maddi-manevi zordur yetimlerin. Bu, bir toplum için belli ölçüde normal ve beklenen bir durumdur. Fakat, bir halktan geriye 2-3 sene içinde, tabiri caizse, bir yetimler ordusu kalıyorsa orada olağandışı bir durum var demektir.
Neredeyse bütün bir kuşak yetim kalmış! Düşünün ki soykırım sonrasında Yunanistan’dan Mısır’a, Mısır’dan Suriye’ye Ermeni çocukların toplandığı Dzarugyan’ın anlattığına benzer düzinelerce yetimhane var. Yani, var olan durumu, acının ve travmanın büyüklüğünü anlamak için onun anlattıklarını misliyle çarpmanız gerekiyor. Diğer etkenlerin yanı sıra işte bu sebepledir ki Ermeniler de soykırımın izi çok derin ve kapanmıyor. Kitaptan Ermenilerin kolektif durumlarını gösteren pek çok örnek verilebilir. Örneğin, yetimleri arayan akrabalara dair şu satırlar: “Her gün kapının önünde bir kalabalık toplanıyordu. İsimler okunuyor, listeler hazırlanıyordu. Bir ana, bir teyze ya da bir hala geliyor, yavrusunu alıp götürüyordu. Evladını arayan bir babaya hiç rastlamadık. Gelenler hep kadındı.”
Öte yandan bu metin, yalnızca Ermeni Soykırımı’nın sebep olduğu maddi ve manevi yıkımı, acıları değil aynı zamanda insan denilen canlının karakterinin iyi ve kötü manada genişleyebileceği sınırları, gene iyi ve kötü manada derinliğini ortaya koyuyor. Daha spesifik söyleyecek olursak, insan karakterinin çoğu bencillikle belirlenen potansiyel özelliklerinin, kişi kendini tehdit altında hissedince nasıl ve ne şekilde açığa çıkabildiğini gösteren bir eser bu. O anlamda insan ruhunu katman katman soyuyor. Bu minvalde, zor şartların çocukları bile gaddarlaştırdığını gözlerimizin önüne seriyor. Fakat asıl dikkat çekici gaddarlık ve acımasızlık, birkaç istisna hariç, kendileri de Ermeni olan yetimhane yöneticilerinden geliyor. En belirgin özellikleri çocukları sürekli cezalandırmaları ve dövmeleri. Zaten Dzarugyan giriş yazısında buna da göndermede bulunuyor ve soruyor: “Mahrumiyet, açlık, gözyaşı, yabancıların umursamazlığı, bizden olanların acımasızlığı mıydı çocukluk?”
Bu kitabın bize bir kere daha hatırlattığı başka bir şey de şu ki kurbanlık statik, değişmeyen bir pozisyon değil. Birinin kurbanı olan kişi, başka bir kişinin başına despot kesilebilir. Bir bağlamda kurban veya mağdur olmak, size ve ait olduğunuz grubun takip eden kuşaklarına sonsuza kadar iyi, doğru veya güzel olma vasfını kazandırmıyor. Soykırım kurbanlarının, iyi insanlar olup olmamasının kendi başına hiçbir anlamı yok. Onlar da herkes gibi iyisiyle kötüsüyle insandı.

