Ekim 2024’te Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan, Abdullah Öcalan’ın PKK’ya silah bırakma çağrısıyla ve örgütün bu çağrıya uymasıyla devam eden, komisyon marifetiyle TBMM’nin de dahil olduğu süreci takip etmeye devam ediyoruz. Fakat, buradaki somut nihai hedef veya hedeflerin neler olduğuna dair bir netlik olmadığı için süreci nasıl tanımlayacağımızı bilemediğimizden artık herhalde “malum süreç” diyeceğiz buna. Devlet ve iktidar çevreleri buna “terörsüz Türkiye” süreci diyor ama öyle olsaydı örgüt resmen silah bıraktığına ve dolayısıyla yapacak başka bir iş kalmadığına göre sürecin sonuna gelmiş olmamız gerekirdi. Ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz, demek ki yapılacak başka işler de var. Bu işlerin içeriği ve takvimi konusunda da henüz kamuoyunun yeterli bilgisi yok.
Her ne kadar süreç ve yöntem hakkında haklı sorular ve kuşkular olsa da buradaki nihai hedefin barış olduğu söylenebilir. Gelgelelim, daha evvel de söylediğimiz gibi, barış sadece “terörsüzlük” veya silahların susmasından ibaret değil, birçok siyasi, sosyal ve duygusal boyutu olan daha uzun soluklu bir hâl barış. Dediğim gibi süreç hakkında birçok kuşku ve risk olsa da onurlu ve adil bir barış, akıl ve ruh sağlığı yerinde olan bir kimsenin reddedeceği bir şey değil (Burada, barışın teslim almak-teslim olmak demek olmadığını bir kez daha belirtme ihtiyacı hissettim.) Ben bu yazıda kısaca tarihin barışmadaki rolünden bahsetmek istiyorum.
Barışmada tarihin rolü nedir? Destek midir, köstek midir? Barışırken tarihe nasıl bakmak, nasıl değerlendirmek gerekir? Barışmak için mutlaka tarihten destek bulmak şart mıdır? Bu yazıda tüm bu soruları halledip kenara koyamayız elbette ama bir-iki temel noktaya değinmeye çalışalım.
Aslında meselede çok basit bir akıl yürütme söz konusu. Şöyle ki, barışmaktan bahsettiğimize göre demek ki geçmişten gelen bir sorun, bir yanlışlık var ve bu sorunu tespit, nedenlerini teşhis etmeden barışmak pek mümkün değil. Gene daha evvel de söylediğim gibi geçmişte hiçbir yanlış, hiçbir haksızlık görmeyen gözler bugünde de bir sorun görmezler. Dolayısıyla, barış süreçlerinde tarih ele alınırken ilk önce hakikati teslim yoluyla geçmişten gelen yanlışları tespit etmek gerekir. Fakat bu o kadar kolay değildir çünkü hemen hemen her örnekte tarafların tarihe bakışlarında farklı anlatılar, çatışan yorumlar söz konusudur. Barış süreçlerinde tarihten gelen yanlışı ve haksızlıkları teslim etmek gerekir dedik ama bir yandan da farklı ve çatışan tarih anlatılarını birbiriyle tamamen örtüştürmeye kalkmak da meseleyi çıkmaza sokacaktır zira tarih tartışmasının sonu gelmez. Yine de tarihi anlatırken birinin ak dediğine öteki kara diyorsa tarafların barış konusunda uzlaşmaları da pek mümkün değildir.
Tarihin öğretilme ve anılma biçimi, nesiller boyunca gruplar arası ilişkileri etkiler. Eğitim müfredatları, kamusal anıtlar ve ulusal bayramlar, kimin deneyimlerinin önemli, kimin deneyimlerinin unutulduğuna dair kimi zaman açık kimi zaman örtük mesajlar taşır. Uzlaşma, bu kamusal anlatıların daha kapsayıcı bir tarihsel hafızayı yansıtacak şekilde dönüştürülmesini gerektirir. Bu, geçmişin sıkıntılı, acılı yönlerini silmek anlamına gelmez; aksine, bunların üzerine giderek dengeli bir temsil ve açık diyaloğu teşvik etmek gerekir. Taraflar, birbirlerinin acılarını görmeyi ve saygı göstermeyi en azından denemek zorundadırlar. Böylece, genç nesiller, nüanslı ve empatik tarihsel anlatılarla karşılaşırlarsa düşmanlık veya önyargı edinme olasılıkları azalır.
Fakat, bütün bunlar geçmişe sahip olmadığı özellikleri atfetmeyi gerektirmez. Başka bir deyişle, barışın fikirsel ve eylemsel kökleri veya öncülleri mutlaka tarihin içinde bir yerlerde olmayabilir, dolayısıyla olmayan şeyi aramak da beyhude olabilir. Daha somut şekilde söyleyecek olursak, Türk-Kürt barışının gerekçesini veya zeminini mutlaka tarihte bir yerlerde bulmaya gerek yoktur. Bu minvalde, zaman zaman gene özellikle devlet ve iktidar çevrelerinde Türk-Kürt barışının gerekçeleri ve zemini bazen bin sene evvelsine de giderek geçmişin birtakım ortak silahlı faaliyetlerine, savaşlara, fetihlere vs dayandırılmaya çalışılıyor. Yani, başka bir deyişle, Türkler ve Kürtler dün beraber savaştıkları için yarın barış içinde yaşayabilirler gibi ilgisiz bir mantık ortaya çıkıyor. Bunun sebebi de barışı mutlaka tarihe dayandırmak için zorlamaktır. Halbuki, yarının nasıl olması gerektiğini, mutlaka dünün nasıl olduğu belirlemez. Zaman, değerler, öncelikler değişir; yarının barışı geçmişin değil bugünün değerleri üzerine kurulabilir ancak.
Uzun lafın kısası, barışırken tarih genellikle yararlanacak pozitif bir kaynak değil, aşılması gereken bir engel, en azından taraflar için sorun teşkil etmeyecek şekilde halledilmesi gereken bir başlıktır. Tarihe daha ziyade neyin yapılması değil neyin yapılmaması gerektiğini anlamak için başvurulmalıdır.

