Alain Badiou “Dünya gerçek anlamda yeniliklerle dolu, aşk da bu yenilenmenin içinde yer almalı” diyor; aşkın kendisini yeniden inşa ederken hayatın da yeniden inşa edileceğini bilerek.
Cihan Erdal
Kitap Kirk, Ocak 2012, Kapak konusu
Türkiyeli okurların Alain Badiou’yla tanışıklığı çok eskiye dayanmıyor. Mart 2004'te Metis Yayınları’ndan çıkan Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine kitabının ardından Felsefe İçin Manifesto (2005), Sonsuz Düşünce (2006), Bir Başka Estetik (2010) ve Bir İdea Olarak Komünizm (2011) geliyor. 2011'in Temmuz ve Ekim aylarında Sel Yayıncılık’tan yayımlanan Aşka Övgü ve Yüzyıl ile taze bir yayınevi olan Monokl Yayınları’ndan bu yılın son aylarında çıkan Tarihin Uyanışı, Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişki, Sonlu ve Sonsuz, Heidegger: Nazizm, Kadınlar, Felsefe kitapları ile daha fazla okuma/tanıma şansı yakaladığım Badiou’yu, 1-2 Aralık 2011’de, Monokl Yayınları’nın düzenlediği ‘Devrim, Demokrasi, Felsefe’ kongresi için geldiği Boğaziçi Üniversitesi’nde dinleme fırsatı buldum. İstanbul’a gelişinde gazetecilerin kendisiyle yaptığı söyleşilerde söyledikleri de ona daha fazla yaklaşmama vesile oldu.
Bir felsefeci, aydın ve düşünür olarak Badiou, hakikatin üretimini özellikle dört alan üzerinde gerçekleştiriyor: Sanat, aşk, bilim ve politika. Birden fazla disiplinin içinden konuşuyor ama ortak bir sözü var: Yeninin icadı/olasılığı ya da yeniden icat etmek! Yazdıklarını okurken veya Boğaziçi’nde dinlerken o ortak sözün çok önemli olduğunu hissettim.
“Sil eski günleri” ey yüzyıl!
Badiou Yüzyıl isimli kitabında, 19. ve 20. yüzyılın tutkularından söz ediyor. 19. yüzyılın tutkusunun ütopyacılık, 20. yüzyılın tutkusunun ise gerçeklik olduğunu anlatıyor: “Yüzyıl hiçbir biçimde, imgelem ve ütopyalar anlamında, ‘ideolojiler’in yüzyılı değildir. Temel öznel belirlenimi gerçek tutkusudur, burada ve şimdi dolaysızca uygulanabilir olana duyulan tutkudur.”
Badiou, 20. yüzyılın her koşulda gerçekleşmenin, edimin, fiiliyatın, mutlak şimdiki zamanın yüzyılı olduğunu söylüyor. 20. yüzyılın insanı değiştirme, yeni insan yaratma fikrini takıntı haline getirdiğini belirten Badiou, müjdeleyen/vaatler savuran 19. yüzyılın aksine 20. yüzyılın ‘hemen şimdi yaptığını’ ilan ettiğini söylüyor.
Badiou’nun ‘gerçek tutkusu’ diye adlandırdığı şey bu. Bunu, yüzyılın bütün kavrayışının anahtarı yapmak gerektiğini düşünüyor. Aslında sözünü ettiği ‘gerçeklik tutkusu’nun yenilik tutkusu olduğunu biliyoruz. Yeniyi, düşünce ile yaşamın yeni birlikteliğini yaratmanın peşinde olmak gerektiğini ısrarla ve hep anlatıyor. Bu bağlamda, alıntıladığı şair Maleviç'in mısralarını okuyalım:
“(…) eğer onun edimindeki bir şey
sana eski bir edimi hatırlatıyorsa,
o zaman şöyle der bana yeni doğumun sesi:
sil, sus, ateşi söndür ateşse o,
düşüncenin etekleri daha hafif olsun
ve paslanmasın diye,
çölde yeni bir günün esintisini işitmek için.
Yıka kulaklarını, sil eski günleri, ancak böyle
daha duyarlı ve daha beyaz olursun. (...)”
Düşünürün, yeninin yaratımına dair şiirsel bir gerekçelendirmesi sanki bu mısralar. Maleviç'in “sil eski günleri” buyruğuna uyarak yüzyılın meselesinin ‘yeni doğum’ olması gerektiğini belirtiyor. Yüzyılın imkansız öznel yenilik ve tekrarın rahatlığı temasıyla bir tür ‘güvenlik takınağı’ içinde şu iğrenç özdeyişle tamamlandığını belirtiyor:
“Bulunduğunuz yer hiç de fena değil, bin beteri var! Bu yüzyılın canlılığı, Freud’dan beri, mahveden isterinin etkisi altındadır: Bize gösterecek yeni neyiniz var? Siz neyin yaratıcısısınız?”
İşte Badiou bu muhafazakâr söyleme karşı itirazın büyük bir dillendiricisi, ‘güvenliksiz’/ ‘tehlikeli’ yeninin ve imkanın inşacısı, umudun taşıyıcısıdır.
Hakikatin bir anlatıcısı olarak Badiou, İstanbul’a gelişinde kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşamakta olduğumuz yüzyılın tutkusunun ‘korku’ olduğunu söylüyor. Krizden, ötekinden, başkasından, yabancı olandan korku: “Bütün bu korkular büyük bir tutku oluşturuyor. Çok büyük bir korku var, gelecek korkusu.”
Son döneme ilişkin ise Ortadoğu’da süren baharın yeni bir şeyin olasılığını imlediğini düşünüyor. Rüzgârın yönünün belirsizliğinden ileri gelen tereddüt ile korku ve umudun bir arada olduğu bir iklimin varlığını kabul ediyor. Buna rağmen ümitsiz değil. Umudu hissettiriyor. Bu umut, içi boş bir iyimserlikten ziyade geçmişin dersini çıkarmış yeni bir olasılığın imkânı olarak beliriyor düşünürün sözlerinde.
Badiou, kocaman vaatlerinin altında kalan geçen yüzyılın aksine vaatsiz başlayan 21. yüzyılın çok farklı olacağını da ekliyor: “19. yüzyıl bilimin, 20. yüzyıl politikanın yüzyılı oldu. Bizim yüzyılımız ise aşk ve sanatla başlıyor. Aşk ve sanat masumdurlar öbür söylemlere göre. Hiç olmazsa masumiyetle başlayalım.” Badiou, Sezen Aksu’nun mırıldandığı şu mısraların haklılığını dile getiriyor gibi: “Aşk koruyabilir bir tek/ Kaldıysa eğer hâlâ masumiyetimizi…”
Badiou, tarihte özgürleştirici bir kesinliğin söz konusu olamayacağını ama özgürleştirici bir olasılığın mümkün olabileceğini belirtiyor. Başarısızlıkla sonuçlanan 20. yüzyılın ardından 21. yüzyılın artık yeninin yapılandırılacağı bir dönem olacağını söylüyor. Ona göre ‘yeninin olasılığı’nı onaylamamız gereken bir dönemdeyiz. Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen ‘Devrim, Demokrasi, Felsefe Kongresi’nde söylediği şu cümlenin altının çizilmesini gerektiğini düşünüyorum: “Yeninin mümkün olabileceğine ikna olmamız, gerçek bir yaratıcılığı da beraberinde getirebilecektir.”
Aşkın/serüvenin ve inadın yeniden icadı
Badiou’nun Boğaziçi’ndeki oturumda söylediği önemli şeylerden biri de şuydu: “Tarihsel süreç içerisinde kimi zaman sanat, bazen aşk, bazen bilim öne çıkar. Sanat, bilim ve de aşk olmasaydı, bir çölde olurduk. Ama bugün böyle bir tehlike var; çünkü günümüzde malların diktatörlüğü var. “
Malların egemenliği altında sanatın, bilimin, aşkın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Badiou, Aşka Övgü’de de bunu şöyle ifade ediyordu: “Aşkın yeniden icat edilmesi, ama aynı zamanda savunulması gerekiyor, çünkü dört bir yandan tehdit edilmekte.”
Badiou, sloganı “Aşka düşmeden âşık olunabilir” olan reklam kampanyalarının hâkim olduğu bir düzlemde aşkın tehdit altında olduğunu vurguluyor. “Acı çekmeden”, “aşka düşmeden”, yani risklerinden arınmış bir aşkın mümkün olduğunu vazeden aşk koçluğu zihniyetine işaret ediyor. Düşünür, “Ben aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum, bence aşk, bütünüyle risksiz bir düzende yaşamanın zenginliği olmaktan çıkar” diyor. Sıfır riskli aşkın, Amerikan ordusunun sıfır ölümlü savaş propagandasıyla özdeş olduğunu söylüyor. Rastlantının, beklenmedikliğin yer bulamayacağı ve aslında ‘varoluş şiirinin önünü kesen’ bir sterilliğin ön plana çıkarıldığının altını çiziyor.
Badiou, aşkı tehdit eden bir başka noktanın ise aşkın öneminin yadsınması olduğunu belirtiyor. O güvenlik tehdidinin, aşkın bir hazcılık türünden, bir zevk türünden başka bir şey olmadığının söylenmesine yol açtığını ve böylece aşkı doğuran ve onu geliştiren her türlü dolaysız deneyimin önünün kesilmek istendiğini anlatıyor.
Badiou’nun ‘güvenlikçi aşk’ dediği şey, amentüsü güvenlik –ve sterillik– olan her şey gibi, “iyi bir ordusu, iyi bir polisi, iyi bir kişisel zevk psikolojisi olan için risksizlik anlamını taşır, tüm risk karşısındakinin üstüne yıkılır.”
Güvenlik kameralarıyla donatılmış alanlardan polis denetim noktalarına kadar hemen her şeyin bizim güvenliğimiz ve huzurumuz için var olduğu söylenir ya, işte Badiou’nun dikkat çektiği aşkın iki esaslı düşmanı da budur: Sigorta sözleşmesi güvenliği ve kısıtlı zevklerin rahatlığı.
Aşkın esaslı savunucusudur Badiou. Nicolas Truong’la aşkı irdelediği ve Türkçede Aşka Övgü adıyla kitaplaştırılan söyleşide “Dünya gerçek anlamda yeniliklerle dolu, aşk da bu yenilenmenin içinde yerini almalı. Güvenliğe ve rahatlığa karşı riski ve serüveni yeniden icat etmeli” diyor. Karşı propagandacıların azmine rağmen aşkın inatçı bir serüven olduğunu söyleyen düşünür, inadın da olmazsa olmazlığını belirtiyor.
Aşkın bir kurma işlemi olduğu vurgusu çok önemlidir. Badiou, rastlantının, karşılaşmanın sabitlenmesini önemsiyor. Rastlantının inadı doğuracağını, aşkın böyle bir zeminde var olabileceğini, onun aslında bir süre/sürecin ta kendisi olduğunu anlatıyor. Mallarmé’ın şiir için kullandığı “sözcük sözcük alt edilen rastlantı” tanımını aşk için kullanıyor. İşte burada yine onun anahtar kelimelerinden biri, ‘sadakat’ söze dahil oluyor. Rastlantının sözcük sözcük alt edilmesini sağlayan ve/veya aşkı kuran şeyin sadakat olduğunu söylüyor.
Aşk, Badiou’ya göre, yaşamın çirkinliklerine, dünyanın kötülüklerine karşı savaşta çok mühim bir güç: “Anda gerçekleşen bir rastlantıdan hareketle bir sonsuzluk önermesi ileri sürdüğünüz ender deneyimlerden biri.”
Badiou, övmekten ziyade tehlike altında oluşuyla ilgili uyarıda bulunurken aşka dair yaygınlaşan/çarpık zihniyetin karşısına dikiliyor ve yenilenmeyi salık veriyor. Aşkın kendisini yeniden inşa ederken hayatın da yeniden inşa edileceğini bilerek...
Israrla önerdiğim, okunması için uğraş verdiğim kitap sayısı enderdir. Badiou’nunkilere, ama özelikle Aşka Övgü’ye dokunsanız ne güzel olur!