İsrail’in 13 Haziran Cuma günü İran’a geniş çaplı saldırılarla başlattığı savaşın bahanesi, İslam Cumhuriyeti’nin nükleer bomba geliştirmesinin önüne geçmekti. Saldırı, ABD ve İran temsilcileri arasında İran nükleer meselesi üzerine 15 Haziran'da Umman'da yapılması planlanan altıncı görüşme turundan hemen önce gerçekleşti. İsrail’in uluslararası hukuka göre saldırganlık eylemi olarak kabul edilen bu saldırısı, şaşırtıcı biçimde üst düzey müzakereler devam ederken, diplomatik girişimler savaşı önleyebilecekken ve İran’ın nükleer bomba geliştirmesinin an meselesi olduğuna dair hiçbir kanıt yokken düzenlendi.İran’la sürdürülen savaş muhtemelen nükleer silahları engelleme amacı taşımıyor; tıpkı Irak savaşının Saddam’ın “kitle imha silahları”yla ilgili olmayışı gibi. Fakat İsrail’in niyeti, Netanyahu tarafından açıkça ifade edildi: İran İslam Cumhuriyeti’nin yerle bir edilmesi ve yerine, bugünkü Irak ya da Suriye’ye benzer şekilde merkeziyetsiz yapılarla örülü bir düzenin kurulması. ABD’nin Irak’ı işgali, yirmi yılı bulan savaşları ve felaketleri beraberinde getirmiş, sonunda da IŞİD gibi bir canavarın ortaya çıkmasına yol açmıştı. İran devletinin yıkılması ise çok daha büyük çaplı bir medeniyet felaketinden farksız olacaktır.
Saldırı, yaklaşık 200 İsrail savaş uçağının İran’ın derinliklerine doğru kapsamlı hava harekâtları düzenlemesiyle başladı. Hedefler arasında İran’ın askeri komuta ve kontrol merkezleri, hava savunma sistemleri, havaalanları ve nükleer tesisler vardı. İran’ın enerji altyapısı da vuruldu; başta Buşehr rafinerisi ve Güney Pars gaz sahası olmak üzere, İslam Cumhuriyeti’nin en önemli gelir kaynakları saldırı altındaydı. Bu saldırılar sonucu yüzlerce İranlı sivil hayatını kaybetti veya yaralandı. İsrail, ordu genelkurmay başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları komutanı Hüseyin Selâmi ve birçok nükleer bilim insanının suikastını gerçekleştirmeyi başardı. Bu sadece başlangıçtı; zira İsrail’in yaptığı ilk açıklamalara göre saldırılar en az iki hafta boyunca devam edecekti.
İsrail savaş uçaklarının İran’a girip hedefleri vurduktan sonra üslerine nasıl geri dönebildiği ise gizemini koruyor. İsrail, tümü ABD yapımı olan en gelişmiş F-35’lerin yanı sıra F-15 ve F-16 savaş uçaklarını kullanmış görünüyor. Fakat bu uçaklar, İran içindeki hedeflere 2000 kilometreden fazla mesafede saldırı düzenleyemez. F-35’in operasyon menzili en fazla 1093 kilometreyken, F-16’nın ise yalnızca 550 kilometre. Bu da İsrail’in ya ABD’den havada yakıt ikmali desteği aldığı ya da bölgedeki bir ülkeden askeri üs desteği gördüğü anlamına geliyor. Her halükarda, İsrail’in ABD’den silah, mühimmat ve istihbarat desteği olmaksızın İran’a karşı uzun soluklu bir hava harekâtı yürütme kabiliyeti yok.
2003: Ortada “kitle imha silahı” yoktu
Siyasi açıdan bakıldığında, İsrail’in saldırısı, ABD’nin 2003 yılında “kitle imha silahları” arayışıyla Irak’ı işgalini anımsatıyor. O dönemde Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in terör örgütü El Kaide’yle işbirliği yaptığı iddiası da işgale zemin hazırlamıştı. ABD Başkanı George Bush, Irak’la birlikte İran ve Kuzey Kore’yi de kapsayan bir “şer ekseni”yle mücadele ettiğini ilan etmişti. Bu işgal binlerce Iraklının hayatına mal olurken, pek çoğu da Ebu Gureyb gibi cezaevlerinde işkenceye maruz kaldı. Ancak ortada kitle imha silahı yoktu. El Kaide’ye gelinecek olursa, yıllar süren “teröre karşı savaş”ın ardından, bu yıl 14 Mayıs’ta ABD Başkanı Trump, kameraların karşısında Suriye’nin yeni lideri ve bir zamanların El Kaide komutanı Ahmed el Şara’nın elini sıkarken gülümsüyordu. Bugün ister İslamcı, ister terörist, ister El Kaideli olsun; ideolojiler, değer sistemleri ve hatta ittifaklar bile her zamankinden daha az önem taşıyor.
Askeri açıdan bakıldığında, şu an İran’a karşı yürütülen savaş, İsrail’in geçen yıl Lübnan’da Hizbullah’a karşı başlattığı savaşa daha çok benziyor. Nitekim Netanyahu, İran’a yönelik saldırı kararının, geçen yıl 27 Eylül’de Hizbullah karargâhına düzenlenen geniş çaplı hava saldırısında Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın öldürülmesinden kısa bir süre sonra alındığını bizzat açıklamıştı. İsrail güçleri, hedefli bombardımanlarla Hizbullah’ın askerî yönetimini de ortadan kaldırarak, yüksek düzeyde bir istihbarat kabiliyetini ortaya koymuştu. Bu başarı, Hizbullah içindeki ajanları da kapsayan karmaşık insan istihbaratı düzeyleriyle –tıpkı bugün İran yönetimi içinde olduğu gibi– sensörler, yapay zekâ ve derinlemesine veri araştırmasının birlikte kullanılması sayesinde mümkün oldu.
İran nasıl yanıt verdi?
İran’ın yanıtı, İsrail hava savunmasının kapasitesini zorlayarak aşmayı hedefleyen insansız hava araçlarının akabinde balistik füzeler oldu. Bu füzelerden bazıları İsrail’in hava savunmasını delmeyi başarıp medyatik görüntüler ortaya çıkarsa da askeri açıdan anlamlı bir sonuç doğurduğu söylenemez. Zira İran, hassas hedeflemeyi mümkün kılacak düzeyde istihbarata ve hava kuvvetlerine sahip değil.
Tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi, İran’ın zayıflığı da yalnızca askeri bir zayıflık değil: değişim talebinde bulunan toplumsal hareketleri ardı ardına bastıran baskıcı rejim de bu zayıflığın bir veçhesi. 2009’da seçimlerin ardından başlayan protestolar, 2017-18’de ekonomik zorluklara, 2019’da artan yakıt fiyatlarına ve 2023’te Mahsa Amini’nin öldürülmesine karşı yükselen sesler, İslam Cumhuriyeti’nin kaskatı yüzüyle karşılaşırken, rejimin reform taleplerini reddetmesi Mossad gibi ajanların sızabileceği ve ajan devşirebileceği çatlakları yarattı.
İran’la sürdürülen savaş muhtemelen nükleer silahları engelleme amacı taşımıyor; tıpkı Irak savaşının Saddam’ın “kitle imha silahları”yla ilgili olmayışı gibi. Fakat İsrail’in niyeti, Netanyahu tarafından açıkça ifade edildi: İran İslam Cumhuriyeti’nin yerle bir edilmesi ve yerine, bugünkü Irak ya da Suriye’ye benzer şekilde merkeziyetsiz yapılarla örülü bir düzenin kurulması. ABD’nin Irak’ı işgali, yirmi yılı bulan savaşları ve felaketleri beraberinde getirmiş, sonunda da IŞİD gibi bir canavarın ortaya çıkmasına yol açmıştı. İran devletinin yıkılması ise çok daha büyük çaplı bir medeniyet felaketinden farksız olacaktır.
İsrail’in güvenlik (veya güvensizlik) takıntısı İran’la sınırlı kalmayacak. Şimdiye dek İsrail ile Türkiye arasında, ilk kez Suriye’nin güneyinde ortak bir sınıra sahip olmaları vesilesiyle yeni jeopolitik gerilimler ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan Türkiye ile ittifak kuran istikrarlı bir Suriye, İsrail için bir tehlike kaynağı. Türkiye’nin Rusya desteğiyle yürüttüğü sivil nükleer program da İsrailli karar alıcıların endişe kaynağı. Türkiye ise, İsrail’in Irak ve Suriye’deki Kürt yapıları üzerindeki artan etkisinden kaygılı; nitekim bu durum, gelecekte Türkiye’nin toprak bütünlüğü için tehdit oluşturabilir. Bu gerilimler, iki ülke liderinin Bakü’deki görüşmelerinde de ele alındı. Asıl soruysa şu: Türkiye, İsrail’in endişelerini yatıştırmak için ne kadar ödün vermeye hazır?
İran’a yönelik saldırı, Orta Doğu’nun en büyük savaşı haline gelebilir. Ancak bunun son savaş olmayacağı açık.
(Çeviri: Bade Başer)