BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Erdoğan için ahlakî ve uluslararası durum tespiti

Esad’ı düşürmek için MİT tırlarıyla “Suriye muhalefeti”ne, sonuç olarak da IŞİD’e kaçak silah yollanması olayında Erdoğan kendisi ve Türkiye için birbirinden vahim 2 sorun yarattı:

1) Ahlakî sorun: Cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan, kendi halkından ve uluslararası toplumdan gerçekleri fena halde gizliyor. İktidarda kalabilmek için. 12 Mayıs’ta şunu dedi: “Hiç kimse kalkıp ‘MİT, El Kaide’ye silah gönderdi’ diyerek, bu tür iftiralar atarak, istihbarat teşkilatımızı zan altında bırakamaz. Eğer haysiyetleri varsa, ispatla mükelleftirler. Bunu ispat edemeyenler, kalkıp bizim milli istihbarat teşkilatımızı zan altında bırakamazlar” ( link). (Aşağıda geleceğim, Can Dündar ve Cumhuriyet’e şimdi ispat ettiler diye dava açıyor ve dosyayı görmek avukata bile yasak).

Balık baştan koktuğu için bu ahlaki sorun iç politikada çok vahim. Dışta da en az o kadar, çünkü Türkiye’nin dahil olmak istediği medeni ülkelerde yalan söylemek korkunç karşılanır. Bu ülkelerde karşısına çıkan sanığa yargıcın sorduğu ilk soru şudur: “Suçlu musun, suçsuz mu?” (do you plead guilty or not guilty?). Eğer sanık “suçsuzum” der ve suçlu bulunursa, en üst sınırdan ceza verirler. Suçlu olduğunu kabul edene de, eğer suçlu bulunursa, en alt sınırdan verirler.

Hatırlayalım: Nixon, 1972 Watergate rezaletinde (link), ki “bizim” için basit bir dinletme olayıdır, sırf yalana başvurarak olayı örtbas etmek istediği için istifa etmişti yoksa görevden alınacaktı (impeachement).

2) Uluslararası sorun: MİT gibi bir resmî kuruluşa yaptırılan bu uluslararası silah kaçakçılığı Erdoğan’a ve Türkiye’ye uluslararası örgüt ve mahkemeler önünde hesap verdirecek nitelikte.

Erdoğan bugüne kadar 17-25 Aralık’tan Türkiye’de yargılanmaktan ürktüğü için ortalığı birbirine katıyordu. Can Dündar’ın Cumhuriyet’te çıkan, hakkında terörden soruşturma başlatılıp yayın yasağı konulan fotoğraflı haberi “İşte Erdoğan’ın Yok Dediği Silahlar”dan (link) sonra şimdi bambaşka bir boyuta atlamış bulunuyoruz: Artık Erdoğan’ın bir de uluslararası yargılanmaktan ürkme dönemi başladı. Esas ortalığı birbirine katmayı bundan sonra bekleyin.

Ahlak sorunu…

Azıcık felsefeye girelim mi? Kötülük ve yalan bütün dinlerde lanetlenir ve devletlerde cezalandırılır çünkü ikisi de bir’le kalamazlar.  Bir Kötülük, ancak bir dizi başka kötülükle örtülmeye çalışılabilir. Mesela bir adam öldürürsün, dönüp olayın tanıklarını da temizlemek zorundasındır. Bir yalan söylersin, onu ancak bir dizi başka yalanla kapatmaya çalışırsın. Dinsel veya dünyevi her türlü düzen böylece rezalete dönüşür. Çünkü yalanı yalanla kapatmak, hele de küreselleşmiş dünyada sürdürülebilir bir şey değildir; patlayıverir cerahat. 

Dahası, kötülük ve yalan Siyamlı ikizlerdir; yapışıktırlar, ameliyatla da ayrılamazlar. Öyle ki, hangisi hangisinden önce gelir, tespit mümkün değildir. Hikayemiz şöyle gelişmiştir:

Tunus’tan Suriye’ye bir Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) Sünni bloku kurulacağını ve kendisinin de bunun başına geçeceğini ummuş olan Erdoğan, buna engel olan Esad’ı düşürmeleri için Suriye’deki İslamcılara MİT tırlarıyla silah ve cephane gönderilmesini emreder. Bundan valinin ve MİT bölge başkanının bile haberi yoktur. Çünkü bu, komşu bir ülkenin egemenlik ve toprak bütünlüğünü hedef almış (ve bütün Ortadoğu’yu kana bulamaya pek müsait) uluslararası bir silah kaçakçılığıdır. Uluslararası suçtur.

Bu kötülük ancak bir dizi başka kötülükle ve bir dizi başka yalanla örtülebilecektir. Hemen, bu uluslararası suçu işleyenler yakalanmasın diye, yakalayanlar (yani, devletin savcısı ve jandarması) tutuklanır. Olayın haberine yayın yasağı konur. Böylece kötülükler başka kötülükler başlatır.

Tabii, bir yandan da, kötülük yalan üretmektedir: Erdoğan ve yönetimi, gazete ve TV haberleri yüzünden ‘Hiçbir şey göndermedik’ diyemediği için, “Gönderilenler insani malzemeydi” der. Malzemenin ne olduğu tutanaklarla tespit edildiği halde, olay bir de Cumhuriyet’te Can Dündar’ın yayınladığı fotoğraflarla kanıtlanır: Paket paket havanlar, füzeler, roketler, bomba atarlar, mermiler, ilaç kutularının altına gizlenmiş vaziyette çıkmıştır.  

Yalan ve kötülük birbirini tohumlar

Bu durumda Erdoğan’ın tehdide (yine bir kötülüğe) başlaması kaçınılmaz olmuştur. Can Dündar için, “Talimatı verdim. Davayı ânında açtım. Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek; öyle bırakmam onu” (link) der ve Can’dan normalde her cumhurbaşkanının yüzünü kızartacak iki  cevap gelir: “Bu suçu işleyen bedelini ağır ödeyecek; öyle bırakmayız onu” (link) ve “Memur değil, gazeteciyiz. Görevimiz, devletin kirli sırlarını saklamak değil, devlete rağmen, halk adına hesap sormaktır” (link).

Oysa, hem devletin işlediği bir suç devlet sırrı olamaz, hem de “ağır ödetmeye” karar verebilecek tek yer Yargı’dır. Erdoğan bunu diyebilmiştir, çünkü kötülüğü daha önce başlatmış, yaz-boz kanun ve kararnameleriyle Yargı’yı HSYK üzerinden ele geçirmiş, bir işaretiyle gazeteci mahkum ettireceğinden emin olma noktasına gelmiş pozisyonundadır.

Kötülük ve yalan tabii ki burada da kalamaz. Çünkü bu ikizler, fıtratları gereği “dizi” olmak zorundadırlar. Artık silahları kabul etmek zorunda kalan Başbakan Davutoğlu, sanki kaçak silahları Türkmenlere göndermek uluslararası suç değilmiş gibi, şansını dener: “Biz onları Bayır Bucak Türkmenlerine gönderiyorduk” (link). Oysa, Can Dündar hatırlatıyor (link), 29 Mayıs’ta “Yardım, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye halkı içindi” demiştir (link). 

Bunu bırakın, Türkmenler apayrı şeyler söylemektedirler. Suriye Türkmen Meclisi Başkan Yardımcısı Hüseyin El-Abdullah şöyle demektedir: “Türkmenlere yardım getiren bir TIR yok. Geçen hafta İsviçre'den içinde kıyafet olan bir TIR geldi" . Bu sözleri diğer başkan yardımcısı Abdurrahman Mustafa ve Suriye Türkmen Hareketi Sekreteri Rami Karaali de aynen tekrar eder (link).

Yetmediyse, Suriye Türkleri Derneği Başkanı Ahmet Şirin’in IŞİD militanlarının Niğde saldırısı dosyasındaki gücenik ifadesini Ezgi Başaran’dan naklen verelim: Bize silah gelmedi ama Ansar’a gönderildi (link).

Dahası, Davutoğlu seçim yüzünden çok şeyi unutmuşa benzemektedir: Kendisiyle Kobani’yi IŞİD’den kurtarmak için yaptığı görüşmede Demirtaş, “Silah gönderin, gönderemiyorsanız da silah geçişine izin verin” talebinde bulununca, Davutoğlu şöyle demiştir: “Gönderemem çünkü bu savaş suçu olur” (link).

Gelelim uluslararası vaziyetlere…

Uluslararası ilişkiler dersinin birinci saatinde öğretiriz: Bir dünya hükümeti yoktur, devletler piyasada başlıca aktördür, onlara hukuku uygulamak güçtür.

Erdoğan, kendisini ve Türkiye’yi birçok sebeple ama özellikle bu silah kaçakçılığıyla fevkalade zor durumlara soktu. Ama devletleri zorlamak güç olduğundan, bütün bunların “bedelini ağır ödetmek” zaman alacak. Ben uluslararası hukukçu değilim ama, asgari nelerin olabileceğini şöyle özetleyebilirim:

1) Dr. Rıza Türmen’in de hatırlattığı gibi (link), Erdoğan yönetimi Suriye’ye saldırgan tutumuyla BM Antlaşması Md. 2/4’ü açıkça ihlal etmiştir: “Tüm üyeler, bir başka  devletin  toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı kuvvet  kullanma  tehdidine  ya  da  kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”

Bu durumda Suriye, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurarak uzun zamandır devam eden bu durumu şikayet etme ve tedbir alınmasını isteme hakkına sahiptir. Bu sürecin başlaması bile Türkiye’nin başını yeterince belaya sokar.

2) Bu kuvvet kullanma sürecinde mağdur olanlar, Strasbourg’daki AİHM’ye bireysel başvuruda bulunabilirler. Tabii, bunun için de Türkiye iç hukukunu tüketmek gerekir ki… Ama bu sürecin başlaması bile Erdoğan ve Türkiye için yeterince aşağılayıcıdır.

3) Suriye, Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’na Türkiye aleyhine başvuru yapabilir. Ama bunun için iki devletin birlikte oturup, anlaşmazlığın niteliğinin ne olduğu vs. konusunda bir “kompromi” hazırlamaları gerekir. Yani bu iş de uzundur. Ama yeterince rahatsız edicidir.

4) Yine Lahey’de bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi insanlığa karşı suç işleyen kişileri yargılar. Türkiye mahkemenin yetkisini kabul etmemiştir ama Erdoğan’ın bu sebeple kurtulması yeterince itibar kırıcıdır.

5) Erdoğan yönetimi, BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970’te yayınladığı 2625 (XXV) sayılı bildirgeyi açıkça ihlal etmiştir. “Devletlerarası Dostça İlişkiler ve İşbirliği Hakkında Bildirge” adlı bu belge çok net şeyler söyler: “Hiçbir devlet; başka bir devlete yöneltilen darbeci, terörist veya silahlı faaliyetleri örgütleyemez, tahrik edemez, finanse edemez, tolere edemez, onlara yardım edemez” (link). Nitekim geçtiğimiz salı (2 Haziran), BM Genel Sekreterliği ilan ediverdi: “Hangi taraf olursa olsun, herhangi bir şekilde Suriye’de savaşan gruplara silah yollanmasına karşıyız” (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29178823.asp). 

İşin asıl ilginç tarafı ne, biliyor musunuz? Eski bir öğrencimin (aslan eski öğrencilerim!) yazıp hatırlattığı gibi, bu belgeyi BM’nin tozlu raflarından arayıp bulan rahmetli büyükelçi Gündüz Aktan’dır! Suriye’nin Öcalan’ı Şam’da barındırmasına karşı kullanmak için!  

Koca ABD, küçücük Nicaragua’ya tazminata mahkum oldu

Olasılıkları bırakalım, Suriye’dekine fevkalade benzer bir durumda verilen bir mahkeme kararına bakalım ve titreyip kendimize dönelim. Reagan döneminde ABD, Uluslararası Adalet Divanı tarafından 27 Haziran 1987’da ağır bir tazminata mahkum edildi: “ABD; Nicaragua’daki Contra örgütüne lojistik destek ve istihbarat iletmek, silah temin etmek ve eğitim vermek yollarıyla Nicaragua hükümetini düşürmeye çalışarak, başka devletlere müdahale etmeme ilkesini açıkça ihlal etmiştir”.

Yani, ne oldum demeyi bırakıp, ne olacağım demesi lazım içimizden bazılarının...

Not: Oyum tabii ki HDP’ye. Bir milyon tane oyum olsa, tümü de. Bu Türkiye partisinin barajı aşması, bu kanunsuzluklara tek çare. Erdoğan eğer durdurulmazsa her şeyi yapabilir. Suriye’ye savaş bile açtırabilir; emin olun iş o kadar ciddi.