RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

1985 yılında, partinin en yüksek kademesi olan genel sekreterliğe getirilir getirilmez, alelacele hazırlanmış, karmakarışık bir reform programı başlattı. Programın merkezinde iki fikir vardı: ‘Perestroyka’ (siyasi ve iktisadi sistemin yeniden yapılandırılması) ve glasnost (sansüre son verilmesi, ifade ve basın özgürlüğünün getirilmesi). Fakat işin daha en başında, iktisadi reformların hatalı olduğu ortaya çıktı. SSCB’nin en büyük döviz kaynağı olan petrolün dünya fiyatının düşmesi, Ermenistan’da büyük bir yıkım yaratan deprem, Çernobil’de yaşanan nükleer facia gibi devasa sorunlar, ülkenin yoksullaşmasına ve Gorbaçov’un ülke genelindeki popülerliğinin düşmesine neden oldu.

İmparatorluklar ve uluslar üzerine çalışmış bir akademisyen olarak kanaatim şu ki, Putin’inki gibi yönetimler, ‘tehlikeli madunlar’ın kendi varoluşlarına tehdit oluşturduğu gibi bir düşünceye kapıldıkları anda, düşmanlarını kontrol altına almak için, sahip oldukları büyük gücü ve kendilerinin tarihsel olarak üstün oldukları düşüncesini kullanmaya yöneliyorlar.

Amerikan Sağı, liberalleri ve Demokratları kötülemek için ‘sosyalist’, ‘Marksist’ gibi kelimeleri nasıl bol keseden kullanıyorsa, siyasi aktivistler ve polemik erbabı da, rakiplerini itibarsızlaştırmak için ‘faşist’ yakıştırmasını ve ‘Hitler’ yaftasını rastgele kullanagelmiştir. Ben, farklı olayları, durumları ve rejimleri, tarihdışı bir şekilde birbiriyle karıştırıp birleştirmekten kaçınmak, bunun için de Hitler’den başka hiç kimseye “Hitler” dememek gerektiği düşüncesindeyim.

Bu savaş neden, dünyanın her yerinde insanların bam teline dokundu?Filistinliler, Yemenliler, Suriyeliler, Kürtler, Ermeniler ve Azeriler, Ruslar, Türkler ve dünyanın tüm diğer halkları, hakları için mücadele etmeye hazır değil mi?

Bu sabah gazetedeki bir haber özellikle dikkatimi çekti. Doğu Avrupalı Yahudilerin dili olan Yidiş üzerine çalışan bir grup akademisyen, öğretmen ve çevirmen, Yahudi kadın yazarlara ait, bilinmeyen romanlar, hatıratlar ve şiirler keşfetmiş. Yazdıkları öyküler, bir zamanlar tefrika edildikleri gazetelerin tozlu sayfaları arasında yitip gitmiş olan bu yetenekli, zeki, hassas ve yaratıcı kadınların sesleri, yapıtlarının İngilizceye çevrilip yayımlanmasıyla yeniden duyulurluk kazanmış. Böylece, Nazi Soykırımı tarafından ölüme mahkûm edilen bir dil hayata döndürülmüş.

Diktatör olarak görülen ve kendini öyle gören otokratlar, aslında çevrelerindeki kişilere bağımlıdırlar. Yalnızca hükmettikleri halktan değil, en yakınlarındakilerden (generaller, yüksek bürokratlar ve ekonomiyi kumanda edenler) yani iktidarı paylaştıkları kişilerden de korkmak durumundadırlar. Otoriter liderlerin, rejimin içinde yer alanlardan duydukları korku, Belarus ve Kazakistan’daki gibi halk ayaklanmaları karşısında duydukları korkudan çok daha şiddetlidir.

İmparatorluk ve demokrasinin bir arada var olması kolay değildir. İmparatorluk, bir hâkim gücün çıkarlarını madun bir halka dayatırken, demokrasi daha güçsüz halkların çıkarlarına ve tutumlarına saygı gösterir. Geçen ay bütün dünya, Amerika’nın Afganistan’ı terk edişine tanık oldu; 1975’te Saygon’daki ABD elçiliği binasından helikopterlerin kalkışına çok benzer şekilde, küçük düşürücü bir nitelik taşıyan bu ricat, Vaşington ve New York’taki dış siyaset seçkinlerini, şapkalarını önlerine koyup ciddi bir şekilde düşünmeye sevk etmesi gereken bir dönüm noktası teşkil ediyor.

Çıkış yolu var mı? Otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde mücadele etmek şüphesiz daha zor; oralarda mücadelenin, demokratik olanakları artırma yolundan ilerlemesi gerekiyor. Seçimler –tabii, seçimlerin yapılabildiği yerlerde– zorba yöneticileri zayıflatabilir, hatta safdışı bırakabilir ama hem otokrasilere özgü yozlaşma ve kayırmacılıktan, hem de liberal demokrasilerde siyasetin herkese açık olmasından nemalanan plütokratların nüfuzunu etkilemez.