RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Hepimiz ‘özgürlük sevdalısı’yız

Bu savaş neden, dünyanın her yerinde insanların bam teline dokundu?Filistinliler, Yemenliler, Suriyeliler, Kürtler, Ermeniler ve Azeriler, Ruslar, Türkler ve dünyanın tüm diğer halkları, hakları için mücadele etmeye hazır değil mi?

Ukrayna’daki savaş bütün şiddetiyle devam ederken, bir nakarat hiç durmadan tekrarlanır oldu: Ukraynalılar “özgürlüğüne düşkün bir halk.” Rusya’nın emperyal işgaline karşı özgürlüklerini korumak için savaşan ve ölen sıradan Ukraynalıları ve genç askerleri, bu en yüksek fedakârlığa yani kendi hayatlarını ortaya koymaya yönelten esin, özgürlük düşüncesinden geliyor. Bu insanların durumu, dünyayı ayağa kaldırdı; cumhurbaşkanları dalga geçilen bir komedyenken savaşçı krala dönüştü. Rus füzeleri sivilleri öldürürken, mümkün olan en iyi ve en kötü insani çabalar, her gece haber bültenlerinde gözler önüne seriliyor.

Bu savaş neden, dünyanın her yerinde insanların bam teline dokundu? Mesela Suriye’de, Yemen’de, Etiyopya’da ya da Sudan’da insan hayatının uğradığı yıkım; 2020 sonbaharında Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan kısa, akıldışı savaş; Filistin’in devam eden işgalinin ve Kürdistan’ın üzerindeki baskının her gün yarattığı korkunç durumların yaratamadığı bir kamuoyu ilgisini, Ukrayna’nın Rusya’nın tanklarına ve füzelerine karşı verdiği mücadele nasıl oldu da yarattı? Filistinliler, Yemenliler, Suriyeliler, Kürtler, Ermeniler ve Azeriler, Ruslar, Türkler ve dünyanın tüm diğer halkları, hakları için mücadele etmeye hazır değil mi? İnsanların bu yüklü kelimeyi böylesine sık, böylesine gelişigüzel bir biçimde kullanırken kast ettikleri şey nedir? 

Özgürlük kime mahsus?
Özgürlük, öncelikle, yaygın biçimde, insanlığın gelişiminin bir hedefi, medeni toplumların ilerlemek istediği istikametin bir işareti olarak görülüyor. Kabaca, 18. yüzyılda yaşanan Avrupa Aydınlanması ve Devrimler Çağı’ndan bugüne uzanan 250 yıl olarak tanımlayabileceğimiz modern dönemde, ‘bireylerin, toplumların ve ulusların, kendi hayatlarını nasıl yaşayacaklarını mümkün olabildiğince tayin etme hakkı’ gibi bir anlam kazandı. Yani özgürlük, imkânlar dâhilinde, kişisel, toplumsal ve ulusal düzeyde kendi kaderini tayin edebilmektir. İmparatorluk yönetiminin, otokrasinin, zorbalığın, ırkçılığın ve başkalarının tahakkümünün tersidir. Yalnızca Beyaz Avrupalılara ve Kuzey Amerikalılara mahsus bir ayrıcalık değildir; sömürgeleştirilmiş halkların ve sömürge durumundan kurtulmuş halkların da erişebilmesi ve yararlanabilmesi gereken bir haktır.

Özgürlük, hangi şekilde tanımlanırsa tanımlansın, demokratik tercih hakkını, halkın egemenliğini ve bireysel, dinî ve kültürel hakların devlet koruması altında olmasını gerektirir. Liberaller özgürlük için özel mülkiyet ve kapitalizmin gerekli olduğunu öne sürebilir; sosyalistler de buna, en zayıf kesimlerin korunması ilkesini de barındıran sosyal yardım güvencelerinin yokluğunda, hakiki bir demokrasinin varlığının mümkün olmadığını söyleyerek karşılık verebilir. Sosyalistlere göre özgürlük için, maddi güvenliğin yanı sıra eğitime erişebilmek de elzemdir; refaha kavuşma ve diğerleriyle bir arada var olabilme yolunda anlamlı tercihler yapılması ancak bunların varlığıyla mümkündür. Muhafazakârlar ve ayrıcalıklı seçkinler özgürlüğün cazip bir şey olduğu düşüncesini kabul edebilirler ama onlara kalırsa, özgürlük için statükoyu ve onun bekçiliğini yapan varlıklı ve güçlü kesimin ayrıcalıklarını zedelemeye değmez. Bu eşitsizlikler, gerçek özgürlüğü imkânsız kılıyor.

‘Yeni aristokrasi’
Özgürlük için, her şeyden önce, herkesin yasal mercilerden eşit muamele görmesini güvence altına alan ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin yürürlükte olması gerekir. Zorba yönetimler özgürlüğe tehdit oluşturabilir. Özgürlük alanının korunmasını sadece ve sadece hukuki ve demokratik yönetimler güvence altına alabilir. Fakat demokrasiye yönelik bir başka tehdit unsuru daha vardır; bunun kaynağı devlet değil, bulunduğu konuma seçimle gelmiş olmayan (bazen de seçimle gelmiş olan) aristokrasidir, ki bugünkü aristokrasi paraya dayanıyor. Fransız Devrimi’nin üçlü sloganındaki ilk kelime ‘liberté’ yani özgürlüktü; onu ‘egalité’ [eşitlik] ve ‘fraternité’ [kardeşlik] takip ediyordu. Özgürlüğün ilanı, kralların ve aristokratların tahakkümünden kurtuluşun ilanıydı.

Başlangıcı ve sonuçları itibariyle ‘burjuva’ niteliği taşıyan bu devrim, hak edilmemiş imtiyazlara ve devralınan mülkiyete (ki insanlar da ‘mülk’ olabiliyordu) karşı, insanların çalışma ve liyakat temelinde ödüllendirilmesinden yanaydı. Ama bugün görebiliyoruz ki, devrimi takip eden yüzyıllarda, liberal demokrasilerde vücut bulan ve kapitalizmin işleyişiyle şekillenen burjuva özgürlüğü yeni aristokrasiler, ‘paraya dayalı soylu sınıfı’ yarattı; bu durum günümüzde de bütün çıplaklığıyla yaşanıyor. Ünlü liberal düşünür Isaiah Berlin’in söylediği gibi, “Kurtlar için özgürlük, çoğu zaman koyunlar için ölüm anlamına gelmiştir.”

İnsanlık ileri gidiyor ama buzulların hareketleri gibi, çok yavaş bir ilerleme bu. Dünyayı altüst eden olaylar ancak nadiren yaşanıyor. Putin’in Ukrayna’yı işgal etmesi böyle bir olay. Bu işgal, Rusya’nın ve Batı’nın mevcut tehlikelere ve geleceğe yönelik tehditlere bakışını dönüştürüyor. İki taraf için de amaç özgürlük ama iki tarafın özgürlük tanımları birbirinden tamamen farklı. Kremlin’e göre, özgürlük için, Batı’ya, Ukrayna’ya, halk iktidarına yani gerçek demokrasiye karşı bir tür topyekûn güvenlik gerekiyor. Putin’in göklere çıkarıp çığırtkanlığını yaptığı özgürlük, ülke adına konuşan ve insanların kafasını karıştırıp, onları, kapitalistler ve siyasi seçkinlerin çıkarına uygun olan şeyin herkesin çıkarına uygun olduğuna inandıran oligarkların ve varlıklı sınıfların özgürlüğü. Avrupa ve Amerika, otokrasiye karşı demokrasiyi savunduğunu ilan ediyor. Moskova bu yaklaşımı, Rusya’yı yönetenlere yönelik bir tehdit olarak görüyor; söz konusu yöneticiler, demokratik devrimlere, hatta protesto gösterilerine sansürle, göstericileri ve siyasi muhalifleri tutuklayarak ve gerçeği inkâr eden yalan haberlerle direnmeye hazırlar.

Birçok Batı ülkesinde özgürlük kavramı aynı anda hem göklere çıkarılıyor, hem de değersizleştiriliyor. Özgürlük, Covid’e karşı maske takmama mücadelesi, LGBTİ+’ların güçlenmesine karşı geleneksel değerleri koruma hakkı ve kendisinden farklı olanları ülkeye almama tercihi olarak ilan edilip yüceltiliyor. Sağcı, muhafazakâr ve nativist (yerli halkı yabancılardan üstün tutan, ‘yerlici’) gruplar, özgürlüğü tersten anlıyor, kapıları açmak yerine duvarlar örmek olarak algılıyor.

İnsanlar, dünyanın dört bir yanında, seçimler ve sokak gösterileriyle, burada tanımladığım kendi kaderini tayin hakkını, maddi güvenliği ve sıradan insanların ihtiyaçlarını karşılayabilen, yetkin, demokratik bir yönetimi de barındıran– ‘özgürlüğü’ istediklerini ortaya koydular. Bu taleplere, çoğu zaman, halkın hakkını almasına engel oldukları düşünülen ayrıcalıklı ve güçlü seçkinlere yönelik, popülist bir öfke eşlik eder. Kıskançlıktan ve adaletin önünün tıkandığı yönündeki çarpık düşünceden doğan popülist ve otoriter milliyetçilik, küreselleşen kapitalizmin ve varlıklı sınıfların haksız kazançlarını elden bırakmama çabalarının ürettiği bir hastalıktır.

Savaşın yarattığı tehdit
Ukrayna’daki yıkıcı savaş potansiyel olarak dünyadaki herkesi tehdit ediyor. Söz konu olan, yalnızca, öldürmelerin daha geniş bir alana yayılması olasılığından ya da nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahların varlığından kaynaklanan bir tehdit değil; halkı temsil etme niteliğinden yoksun yönetimlerin ve paralı seçkinlerin, özgürlüğün gelişmesini ve daha eşitlikçi bir sosyal demokrasinin oluşmasını engellemek için ne gerekiyorsa yapacağını, bu uğurda her türlü yöntemi ve aracı kullanmaya hazır olduğunu ortaya koyan son örnek de bu tehdide işaret ediyor.

Batı’da birçoklarının uğruna savaşmaya hazır olduğu liberal ve ilerici değerlerden korkan Putin, kendine, Avrupa’da ve Asya’da, Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi otokrat olma heveslilerinden tutun, Hindistan Başbakanı Naraendra Modi’ye kadar, muhafazakâr ve aşırı sağcı, liberalizm karşıtı müttefikler buldu. Başkan Biden, Ukrayna’daki savaşı demokrasi ile otokrasi arasında bir varoluş savaşı olarak görüyor; böylece, dünyayı ‘iyi’ ile ‘kötü’ arasında ikiye ayıran kehanetini gerçekleştirmiş olacak. Amerika’nın liberal ve muhafazakâr seçkinleri, kendilerinin refah, başkalarının ise sıkıntı içinde yaşadığı dünyanın ötesini göremiyorlar; bugün yaşanan kriz konusunda da, hiç vakit kaybetmeden, karşı tarafı suçlayıveriyorlar. 

Savaşın kendisi, hiç kuşkusuz, bir dönüm noktası oluşturuyor ama bombalar patladıkça, gidişatın, dünyayı ideolojik yanlış anlamalar içinde donduracak bir Soğuk Savaş ayrışması yönünde olduğunu görüyorum. Tünelin ucunda ışık var mı? Kim bilir... Onu öğrenebilmek için öncelikle tüneli bulmamız gerekiyor.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)