OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

'Cürm-ü Âzam’ ve Aram Andonyan

Andonyan’ın yazımını 1919’da tamamladığı bu kitap, yazarın kendi tecrübelerine, sağ kalan Ermenilerden topladığı bu tanıklıklara ve Halep Muhacirin Müdüriyeti’nde görevli Naim Bey ismindeki bir memurdan aldığı resmî belge kopyalarına dayanıyor. Eser, yazıldığı anda henüz birkaç senelik olan taze anıları ve resmî belgeleri ihtiva etmesi açısından bilhassa önemli.

Bu hafta Aras Yayıncılık’tan yeni bir kitap çıkıyor: ‘Cürm-ü Âzam’. Bu, Aram Andonyan’ın ‘Medz Vocirı’ isimli kitabının Ermeniceden benim yapmaya gayret ettiğim çevirisi. Kitap, Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’nun dört bir yanından sürülen Ermenilerin, çoğu günümüz Suriye topraklarında kalan bölgelerde başına gelenleri anlatıyor. Andonyan kendisi de 1916 başlarından itibaren Suriye ve Lübnan’da kaçak hayatı yaşamış. Katliamlardan, kamplardan sağ çıkan Ermenilerle, mütarekeden sonraki görece güvenli ortamda konuşarak onların başlarından geçenleri derlemiş. Andonyan’ın yazımını 1919’da tamamladığı bu kitap, yazarın kendi tecrübelerine, sağ kalan Ermenilerden topladığı bu tanıklıklara ve Halep Muhacirin Müdüriyeti’nde görevli Naim Bey ismindeki bir memurdan aldığı resmî belge kopyalarına dayanıyor. Eser, yazıldığı anda henüz birkaç senelik olan taze anıları ve resmî belgeleri ihtiva etmesi açısından bilhassa önemli.

Andonyan’ın ele aldığı sorulardan biri, kitaba yazdığı önsözde de belirttiği gibi, bu kadar korkunç suçlar yıllar boyunca işlenirken Türklerden/Müslümanlardan dişe dokunur bir itirazın neden gelmediği ve hatta, bu suçlara kitlesel katılımın nasıl olduğudur. Andonyan bize şu acı gerçeği hatırlatıyor: “Hükümet ve İttihat Komitesi, bunca insanı tek başına mı katletti? Bu iş için özel ordular tahsis edilmiş olsaydı bile yine de halkın yardımı olmadan bu kadar insanı katletmek mümkün olmazdı.” Andonyan’ın halkın bu suça katılımına dair cevaplarını iki kategoriye ayırmak mümkün. Birincisi, bu suçları Türklerin “fıtrat”ıyla açıkladığı ifadelerdir ki bugün için net biçimde ırkçı olan bu ifadelere benim katılmam mümkün değildir. İkinci kategori, birtakım sosyoekonomik, sosyopolitik süreçlere ve kitle psikolojisine dayanarak verdiği cevaplardır ki asıl bu tür cevaplarda kayda değer argümanlar ortaya koyar. Örneğin şöyle diyor: “Belki de hepsi bu cürümlerle hemfikir değildi, fakat Rusların büyük mağlubiyetinden sonra [Andonyan, Alman Mareşal Mackensen’in 1915 Nisan-Mayıs aylarında Doğu Cephesi’nde Rus ordularını bozguna uğratmasını kastediyor olsa gerek] kesin zafere duydukları güven onları sarhoş etmiş ve bu sarhoşluk içinde Ermeni katliamı onların gözünde meşruiyet kazanmış, başlarına konduğunu varsaydıkları zafer tacında fazladan bir defne yaprağı halini almıştı. Belçika ve Kuzey Fransa harabeye çevrildiğinde aynı durum Alman halkı için de geçerliydi. Almanlarda da Türklerde olduğu gibi, zaferi güvenceye alma isteği, işlenen korkunç barbarlıklar karşısında vicdanın bütün seslerini boğdu ve bu iki halkın bir başka suç daha işlemesine neden oldu: Kendi adlarına yapılan bütün kötülükleri kutsayan sessizlik suçunu ki artık bu rıza göstermek manasına da geliyordu.” (s. 25 ve 26. Vurgu bana ait.) 

Tabii, kitleler tarafından yağmalanan irili ufaklı Ermeni mülklerini düşününce, katliam motivasyonlarına maddi kazanç hırsını da eklemek gerek. “Türk halkının susması veya İttihat’ın suçlarıyla hemfikir olması kandırıldığı veya korktuğu için değildi. Susmanın ve hemfikir olmanın ötesinde onları İttihat’ın suçlarına ortak olmaya iten, Ermeni ulusunun bütün zenginliğine, malına mülküne, kadınlarına, kızlarına, oğlanlarına el koyma özgürlüğüydü. Ve o işbirliği olmadan İttihat bir avuç çetesiyle o korkunç katliamı hiçbir zaman gerçekleştiremezdi.” (s. 210, dipnot 5)

Soykırım ve savaş suçlarına dair neredeyse şaşmaz bir gerçek de şudur ki soykırım ve savaş suçları faillerini yenmeden onları mahkemeye çıkaramazsınız. Savaşların sonuçları, kimin ne için yargılanabileceğini de belirler. Tarih, galipleri yargılayabilen bir mahkeme görmedi henüz. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işlediği korkunç soykırıma eş bir eylemleri olmasa da müttefik kuvvetleri de savaş suçları işlediler ama bundan dolayı yargılanıp mahkûm olmadılar. Savaşların sonuçları soykırım ve savaş suçlularının yargılanması konusunda yalnız hukuki düzlemde değil, psikolojik düzlemde de etkili olur. Andonyan bu durumu bizim örneğimizde Naim Bey’in şahsında, isabetli biçimde, şöyle teşhis ediyor: “Tüm kalbimle eminim ki eğer Türkiye savaştan zaferle çıksaydı Naim Bey’in vicdanının sesi asla feryat etmeyecekti. İyi bir insan olsa da zaferin getirdiği barbarca sarhoşluk içinde kendisi de yavaş yavaş ahlakı elden bırakacak, bir milyondan fazla bahtsız kurbanın haklı, neredeyse ilahi intikam hakkının o zafer çığlıklarında can verdiğini bir an bile düşünmeden kendi sesini Türk ırkının genel coşkusuna katacaktı.” (s. 29)

Andonyan, 1919’da bu tespitleri yaparken, bilmeden üç-dört yıl sonraki gelecekten de haber vermiş. Fakat, o geleceği Andonyan gibi bilmeden değil, âdeta sihirli küreye bakar gibi net biçimde haber veren bir başka biri de var kitapta. Ermeni katliamları vuku bulduğu sıralarda, Almanların ünlü savaş gemisi Emden’in komutanlarından Von Mücke, Resulayn’dan geçerek Cerablus’a gider. O sırada, Bağdat Demiryolu’nu yapan şirketin doktorlarından Doktor Hreşdagyan’ın Alman karısı da Cerablus’tadır. Bayan Hreşdagyan, Von Mücke’ye Ermeni katliamlarından bahseder ve barış yapıldıktan sonra Almanya’nın gözünün önünde işlenen bu barbarlıklar için medeni dünyaya ne cevap vereceğini sorar. Von Mücke’nin cevabı şu olur: “Endişelenecek bir şey yok hanımefendi, barış yapıldıktan sonra çözülmesi gereken o kadar çok sorun olacak ki bir tavuk bile Ermeniler için tüyünü kıpırdatmayacak.” (s. 63) Hemen hemen dediği gibi de oldu.

Bir yazıyla kitabın anlattıklarını özetlemeye imkân yok tabii, fakat son olarak Andonyan’ın gene soykırımlarda önemli bir hususa dair aydınlatıcı olabilecek ifadelerine dikkat çekmek istiyorum. Bu kadar çok insanı katletmek nasıl mümkün olabilmiştir, kurbanlar hangi psikolojiyle ölüme gitmişlerdir? Bu soruların cevapları, insan ruhunun ve kitle psikolojisinin derinliklerine inmeyi gerektirir. İşte Andonyan’ın kurbanlar arasında yaptığı gözlemler bize buna dair ipuçları veriyor. Andonyan’ın son derece kuvvetli ifadelerinden uzunca bir alıntı, sanırım demek istediğimi daha iyi anlatacaktır: 

“Dört bir yanlarını aynı anda kuşatmış ölüm tehlikesi karşısında insanlar afallamış, aptallaşmış, boynu bükük kalmışlardı. Bu tehlike o kadar gerçek ve yakındı ki bir hançerin çeliğini, bir tüfeğin mermisini, bir sopanın topuzunu tenlerinde hissediyor gibiydiler. Hepsinin düşüncesinde bu vardı. Bütün sesler, bütün yankılar, hatta hayatın ve doğanın en bilindik ifadeleri; yeni doğan bir bebeğin ağlaması, yaşlı bir kadının mırıldanması, genç bir kadının şarkısı, bir hastanın inlemesi, bir çocuğun gülüşü, bütün iç çekmeler –özellikle iç çekmeler, çünkü herkes iç çekiyordu–, rüzgârın ıslığı, Fırat’ın hain uğultusu, köpeklerin havlaması, bir karganın gaklaması, hepsi, hepsi ölümü çağrıştırıyordu. Ölüm fikri her yerde ve her şeyin içindeydi ve ölümün kendisinden daha korkunç ve ürkütücüydü; çünkü ölüm yaşamaz, yıldırım gibi çarpar ve yıldırım gibi düşer. Halbuki ölüm bir fikir olarak o kadar devamlıydı ki artık canlı bir şey haline gelmişti, yaşıyordu; korkunç yok etme işini adeta ağır ağır, bir boş zaman eğlencesi gibi yaparak. Ölümün ağında insanlar, kedinin kaprisli pençelerindeki fare gibiydiler… İnsanlar artık birbirlerinin yüzlerine bile bakmıyordu. Korkuyorlardı. Zaten her yerde, düşüncelerde, duygularda olan itiraz edilemez ölüm hükmünü bir de birbirlerinin bakışlarında okumaya ne gerek vardı? Hepsinin göz kapakları, gözlerinin ferinde henüz sönmemiş umudun son kıvılcımları üzerine yavaş yavaş kapanan ağır bir mezar taşı gibi kapanıyordu. [...] Ve hayrete şayandır ki artık sona, Büyük Son’a, her şeyin sonuna gelindiğine dair korkunç düşünce bile onları hain bir bataklık gibi yavaş yavaş gömülmekte oldukları uyuşukluktan uyandıramıyordu. O çadırlarda gerçekten insan var mıydı? Acılar ve büyük tehlikeler esnasında, hapishanede veya bunalımdayken, ıstıraplı ağır hastalıklar sırasında hepimizi dolduran karşı konulamaz huzur arzusuyla gölgeler gibi kıvrılan bu yaratıklar gerçekten insan mıydı? [...] Onların hepsi de artık yaşayan ölülerdi. Bedenlerinin canlı derisi altında ölümün kendisinden de hazin ölüm fikrinden başka yaşayan hiçbir şey yoktu, hiçbir şey. Ve bir tabuta girer gibi teslim oldukları hayvani kayıtsızlığın verdiği sükûnet bu merhametsiz ölüm fikrinin afyonu oluyordu.” (s. 77, 78) 

Bunları okuyunca insan, uzun süreli kitlesel zulüm altında yaşayanların belli bir süre sonra güçsüzlük ve umutsuzluk sebebiyle kendilerini nasıl teslimiyetin bir çeşit huzuruna terk ettiklerini anlıyor. Andonyan’ın bu erken dönem çalışması soykırımın komplike yönlerini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. 
Soykırım kurbanlarının anısı daim olsun!