OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Millet-i hâkime erkeği

Geçen yazılarımda size Refik Halid Karay’dan ve onun ‘Memleket Yazıları’ndan bahsetmiştim. Külliyatı, İnkılap Kitabevi tarafında Tuncay Birkan’ın editörlüğünde yayımlanmıştı. Bu hafta Karay’ın, o külliyatın beşinci cildinde rastladığım ve önemli bulduğum, 6 Temmuz 1947’de Akşam’da yayımlanan bir yazısından bahsetmek istiyorum. Önemli buldum, çünkü Osmanlı’nın son döneminde farklı etno-dinsel grupların birbirleriyle olan toplumsal ilişkisi, birbirlerine karşı geliştirdikleri sosyo-psikolojileri hakkında ipuçları veriyor. Bu ilişkiler, karşılıklı konum ve algı, kolektif psikolojiler ise etnik temizlik ve soykırımların altyapısının önemli bir parçasını oluşturuyor. 

Karay, bu yazısında Hamit istibdadı ve İkinci Meşrutiyet dönemlerine denk gelen gençliğindeki Tepebaşı bahçesini ve müdavimlerini anlatıyor. Bu müdavimler farklı kesimlerden olmakla birlikte, Karay’ın ifadelerinden anlaşıldığına göre, esasen, Müslüman olmayanlardan oluşuyormuş. Karay’dan uzunca bir alıntı yapalım ve üstüne konuşalım. Şöyle diyor (köşeli parantez içleri bana ait; yazım ve imla aynen bırakılmıştır):

“Bizi orada oyalıyan neydi? Nesinden zevk alıyorduk? Doğrusunu isterseniz yaz mevsiminde, akşam üzerleri bahçeyi dolduran kalabalık ‘perot’ [bu insanların süslü bulunan kıyafetlerinden dolayı papağan manasında olsa gerek], ‘su frengi’, ‘lövanten’ gibi adeta tezyif edici [Bir şeyi adi, bayağı veya değersiz gösterme] isimlerle anılan dini dinimize, duygusu duygumuza uymıyan melez bir halita [karışım] idi.

Bir halita ki gerçek ecnebiler tarafından ne derece ‘istisgal ve istihfaf’ [yüz vermemek, hor görmek] edildiğini bilmemezlikten gelerek kendisini Hıristiyan, şapkalı, kaçgöcü kaldırmış, biraz da lisan bilir olmasından dolayı medeni ve yüksek seviyede sanır [Karay, ‘Aslında öyle değildirler’ demeye getiriyor], bir köşede oturan dört, beş fesli gence, bizlere ‘aramızda ne işleri var?’ der gibi, haklarına tecavüz edilmişcesine, haddimizi bilmediğimize şaşarcasına bakardı.

Şu vardı ki hislerini dışarıya fazla vurmaktan, başına bir iş açmaktan çekinirdi. Karakoldaki önceleri fesli [Hamit dönemini kastediyor olsa gerek], sonraları kalpaklı [burada da İttihat iktidarını kastediyor] komiserin burma bıyıklarını düşününce kim yılmaz?”

Karay’ın bu ifadeleri sosyal ilişki ve algılar üzerine çok şey anlatıyor. Bunlara geçmeden önce bir şeyin altını bir kere daha çizelim: Toplumsal hayatta algıların gerçek sonuçları vardır. Şöyle ki, burada Karay Hıristiyanlara birtakım duygu ve düşünceler atfediyor. Geleneksel Müslüman kesimin algısı Karay’ın örneklediği gibi olduğu sürece diğer tarafın bu tip duygu ve düşüncelere gerçekten sahip olup olmadığının pek bir önemi yoktur. Sonuçta görecekleri muamele bu duygu ve düşünceleri taşıdıkları algısı üzerine kurulmuştur ve bu da somut ve yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.

Gelelim yorum ve çıkarımlarımıza. Bir kere şu anlaşılıyor ki, geleneksel Müslüman kesim ile ‘modern’ Hıristiyan kesim arasında karşılıklı bir küçük görme duygusu ve hali mevcut. (Burada Hıristiyanları toptanlaştıran, kategorize eden, genelleyen bir bakış var. Halbuki, farklı Hıristiyan gruplar arasında da gayet katı ve geniş bir muhafazakâr kesim vardı.) Bir taraf diğerinin ‘taklitçiliğiyle’ dalga geçiyor ama taklit edilenin aslına yani Batı’ya (ne diyor Karay: “gerçek ecnebiler”) saygı duyuyor. Öte taraf ise diğerini ‘gayrimedeni, geri kalmış’ olarak görüyor. Fakat burada önemli bir kırılma ortaya çıkıyor: Hıristiyanların sosyal ve kültürel alandaki üstünlük hisleri, Müslümanların, karakoldaki burma bıyıkla komiserin şahsında vücut bulan siyasi güçlerine gelip çarpıyor. Karay, buna içten içe seviniyor, hafif dalgasını geçiyor. Üstelik, Müslümanların/Türklerin millet-i hâkime pozisyonları, festen kalpağa, yani İslamcı Hamit rejiminden pozitivist Türkçü İttihatçı iktidara geçerken de değişmeyen bir unsur olarak kalıyor.

Karay’ın yazısını okumaya devam ettiğimizde, millet-i hâkimenin çelişkilerle, ikilemlerle dolu erkek bakışını çok iyi ve doğrusu biraz da rezil bir şekilde yansıttığını görüyoruz:

“Peki, niçin Tepebaşı bahçesine giderdik de Küllük Kahvesi’nde mekan tutmazdık?

İlk arayacağımız sebep ‘libido’dur.

Orası erkekle kadının yanyana oturduğu, bir arada bulunduğu, dönüp dolaştığı yerdi; kadınla doluydu. Peçesiz, çarşafsız, tayyörlü veya roblu, başlarına uzun iğnelerle tutturulmuş çiçekli kurdeleli hasır şapkalar giymiş, okuduğumuz Fransızca roman resimlerinde hayranlıkla seyrettiklerimizi andıran kadınlar, kadın tipleri…

Keenne [sanki] Avrupa’dan bir köşe!”

Karay, bir yandan bahsettiği Hıristiyanların kaçgöçü kaldırmış olmasını, yani kadın erkek-ilişkisini daha serbest hale getirmiş olmasını küçümsüyor, öte yandan buna imreniyor, bunu arıyor, bunun peşinden gidiyor! O insanların Avrupa özentisini de horgörüyor ama onların yarattığı mekân ve ortama “sanki Avrupa’dan bir köşe” diyerek koşa koşa gidiyor!

Tabii ki, bir yazarın bir yazısıyla makro sonuçlara ulaşılamaz ama Karay’ın sergilediği bakış, son dönem Osmanlı toplumunda Hıristiyan ile Müslümanlar arasındaki sosyal algı ve ilişkiler konusunda hipotez kurmak için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Laf aramızda, Karay bu bakışında yalnız da değil. Size onlarca başka örnek sayabilirim. Öyle anlaşılıyor ki, o zamanlar farklı etno-dinsel gruplar birbirlerine karşı bayağı hınç biriktirmişler.