OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bir hayali sevdim


Siyasetin ağırlığı, kur krizi iyice içimizi kararttı. En azından bu hafta bunlardan bahsetmeyelim, sıkıldık. Gelin görün ki, bahsedeceğim de bir başka hüzün, bir başka trajedi; adı İstanbul.
Ailemiz değil ama ben doğma büyüme İstanbulluyum. Fakat, kendimi bildim bileli İstanbul’u özler, İstanbul’a ağlarım. Yalnız ondan uzakta olduğum zamanlarda da değil, onun içindeyken de. Ama benim özlediğim İstanbul çoktandır yok, aslında ben onu hiç görmedim, belki biraz ucundan kıyısından. Ondan fiziksel olarak uzak olduğum şu anda da özlediğim İstanbul, var olan İstanbul değil. Zaten fiziksel uzaklık öyle veya böyle, er veya geç aşılır, en azından aşılabilme ihtimali vardır. Ya araya onlarca yıl girmişse? O İstanbul varken ben yoktum, ben varken o İstanbul olmadı. Ben o İstanbul’u hep resimlerde gördüm, hep bir imaj, hep bir hayaldi. Ben kavuşamayacağım bir hayali sevdim. Bilmem böylesi mi daha zor, yoksa o İstanbul’u yaşamış, çocukluğunu, gençliğini o İstanbul’da geçirmiş biri olarak, İstanbul’un düştüğü duruma şahit olmak mı. Yaşı 70-80’lerde olup da o İstanbul’da geçen çocukluklarını, gençliklerini anlatanları dinlemeyi oldum olası severim ama onlardan da fazla kalmadı. Eski İstanbul’un onu yaşayanların hafızalardan da silinmesi yakındır. Sadece yazılanlara, kaydedilenlere kalacağız. İstanbul aslında, başında ağladığımız dev bir mezar gibi. Kimler, neler gömülü değil ki o mezarda. 
Kennedy Caddesi’nin henüz olmadığı, Boğaz’ın gerçekten sahil olduğu, Langa’da hıyarı, Bayrampaşa’da enginarı, Arnavutköy’de çileği sahiden bulabildiğin zamanlar... Zamanın yavaş aktığı, Şişli’nin son durak, Mecidiyeköy’ün havası ciğer hastalarına iyi gelen (!) bir dutluk olduğu, insanların Feriköy’ün bağlarına mehtaba, Büyükdere’ye yazlığa gittiği İstanbul... Hiç görmedim ama çok özlüyorum. Şimdiki İstanbul’u ise çok gördüm ama hiç özlemiyorum. 
Verdiğim örneklerden de görüleceği gibi, İstanbul’un temel kaybı, doğa ve toprak kaybı olarak adlandırılabilir. Eski İstanbul’un halkı, onun havasıyla, deniziyle, rüzgârıyla beraber, iç içe yaşıyordu, sosyal hayat mevsimsel döngülerin bir parçasıydı. Defterime aldığım bir not, İstanbul ve mevsimsel döngüler konusunda iyi bir örnek olabilir. Agos’un 6 Ekim 2017 tarihli sayısında, Levon Bağış köşesinde, 1931 tarihli ‘Hoğanotzi Kirkı’ (Mutfak Kitabı) kitabından şöyle bir alıntı yapmıştı: “[İstanbul’da] lakerda ve pastırma için gerekli hazırlıklara poyraz eserken başlanılmalı. Zira lodosta hazırlanan balık ve etler ağır olur, çürüme ve kokma hızlanır.” Demek ki, evlerde lakerda ve pastırma yapmak yaygın bir işmiş. Bugün kaç İstanbulluda böyle bir yaşam hali, böyle bir bilinç ve pratik var. Mesele, mutlaka lakerda ve pastırma yapmak değil tabii ki, bunlar sadece örnek. Bugün kaçımız, palamudun Boğaz’dan Eylül’ün kaçında geçmeye, erguvanların ne zaman açmaya başladığını bilir veya umursar? Kırdan kente göçle birlikte İstanbul’un bir ‘mega köy’ olduğu söylenir. Belli açılardan bu tespitte bir doğruluk payı var ama bir yandan da sanki İstanbul 20. yüzyıl boyunca köy olmaktan uzaklaştı. Daha doğrusu, köylerini, köylülüğünü kaybetti. Eski İstanbul, mevsimlerin döngüsünü izleme, hane üretimi, doğayla uyum açısından köye daha yakındı. İstanbul köy olmaktan çıkınca özelliğini, cazibesini de yitirdi. 
Mevsimsel döngülerin belirgin ve uzun erimde tutarlı yaşandığı yerlerde, hayat daha bir anlamlı, yaşanması biraz daha kolay mı acaba? Bu belki bir avuntudur ya da bir gerçek. Ama sizi avutuyorsa gerçektir zaten. Ayrıca, paganizmin veya animizmin bilgeliğini de küçümsememeli. O insanların doğal döngülere hassasiyetleri sadece doğa karşısındaki çaresizliklerinden kaynaklanmıyor olsa gerek. Varlıklarını doğa içinde, onun harmonisiyle anlamlandırıyorlardı. Sanırım, eski İstanbul’un da böyle pagan bir tarafı vardı.
Bütün bunları sığ, geçmişe dair her şeyi tozpembe gören bir nostalji içinde yazmıyorum. Yukarıda söylediklerimin siyasetten, sınıf meselesinden ayrı düşünülemeyeceğini bilecek kadar dirsek çürüttük. Zaman ne olursa olsun, bütün sınıfların mekânı aynı biçimde yaşamadıklarını da, fakirliğin eski İstanbul’da da kol gezdiğini biliyoruz ama bunlar, İstanbul’a dair kaybettiklerimizi ve onların bir kayıp olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 
Yazıya siyasetten bahsetmeyeceğiz diye başladık ama ülke siyaseti de doğal olarak İstanbul’un bir gerçeği olageldi. Ve oraya döndüğümüzde İstanbul’un güzelliklerini dahi insana zehir edebilecek ve geçmişte de eden bir manzarayla karşılaşıyoruz, özellikle de baskıcı çoğunluk kimliğinin dışında kalanlar için. Demek istediğimi daha iyi anlatmak için, yukarıda bahsettiğim İstanbul hayaline dair, kendi kendime kurduğum bir fanteziden bahsedeyim. Bir gün bir peri yoluma çıkıp bana “Madem eski İstanbul’u çok özlüyorsun, 20. yüzyıldan istediğin bir on yılı seç, seni o zamanın İstanbul’una ama şimdiki kimliklerinle göndereceğiz, o on seneyi, o İstanbul’da geçireceksin” dese hangi on yılı seçerim diye düşünürüm ama karar veremem. 1900’ler mi, 10’lar mı, 20’ler, 30’lar, 40’lar... Karar veremem çünkü Türkiye’de siyasi, iktisadi ve sosyal olarak huzur içinde, yarınımdan endişe duymadan yaşayabileceğim bir on sene bulamam. Hep bir sorun, hep bir gerginlik vardır.  
20. yüzyıl çok cinayet, çok katliam gördü. Onların arasında kaçıncı gelir bilmiyorum ama İstanbul da kurbanlardan biri oldu. Cinayeti biraz gördüm ama çokça hissettim.