OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘Müslüman tavrı’

Paris’teki Charlie Hebdo katliamı çeşitli katmanlarıyla konuşulmaya devam ediyor. Katman katman olduğu için de uzun süre konuşulacaktır. Benim üzerinde durmak istediğim nokta, bu gibi olaylar karşısında takınılması beklenen ‘Müslüman tavrı’. 

Kestirmeden söylemek gerekirse, böyle bir olay olduğunda bütün Müslümanlardan, hatta her bir Müslüman’dan, belli bir deklarasyonda/kınamada bulunmasını talep etmek bana doğru bir yaklaşım gibi gelmiyor. Bu bana, ASALA üzerinden Ermenilere, PKK üzerinden Kürtlere, İsrail üzerinden Yahudilere yapılan “kınayın, tel’in edin” baskılarını hatırlatıyor. (IŞİD, El Kaide gibi yapıları ASALA veya PKK’yla bir tuttuğum için bunları söylemiyorum, ama o ayrı bir tartışma.) Bu ‘talepkâr’ tavırdaki asıl sorun, bazı örgüt veya organizasyonlar ile bireyler veya topluluklar arasında, kolektif bir kimlikten neşet ettiğini varsaydığımız, adeta otomatik bir bağ kurmak ve bu bağlantı üzerinden o birey ve topluluklardan bizim beklediğimiz sözleri söylemelerini, tavırları takınmalarını, bizim onların haklarını savunmamızın bir önkoşulu olarak talep etmek. Dolayısıyla, Müslümanlardan, özellikle de sosyal anlamda güçsüz oldukları Avrupa ülkelerinde kolektif tepkiler vermelerini talep ederek onları baskı altına almak doğru değil. Tabii, Paris saldırısı hakkında “İyi oldu, hak ettiler” minvalinde sözler söyleyenleri, nerede ve kim olurlarsa olsunlar, bu dediklerimin dışında tutuyorum. Onlar hakkındaki duygu ve düşüncelerim benim insan olarak terbiye etmem gereken, ruhumun karanlık tarafına düşüyor. Buraya yazamam.

Öte yandan, bunlar, ‘namazında niyazında, kendi halinde, sıradan milyonlarca Müslüman’ için geçerli. Yoksa, ‘normal zamanlarda’ Müslüman kimliğini, yani bir kolektif aidiyetlerini, siyasi veya entelektüel faaliyetlerinin merkezine koyup, bol bol yazıp çizen, konuşanların (ki son derece meşrudur), böyle bir saldırı sonrasında dut yemiş bülbül kesilmelerinde çok manalar gizlidir. Tabii ki, sessizlik mutlaka onayladıkları anlamına gelmez ama işi konuşmak olanların, böyle zamanlarda, dillere pelesenk olma talihsizliğinden kurtulamamış anlamlı laflar familyasından “Faşizm konuşma zorunluluğudur” deme lüksleri, bunun arkasına sığınma hakları yoktur. Onlar için de yaptırım diye bir olgu söz konusu olamaz ama bu sessizlikleri, kaçınılmaz olarak etik ve entelektüel bir zafiyet, bir defo olarak görülecektir.

Asıl yapılması gereken, ifade özgürlüğü gibi (şiddet çağrısı, nefret söylemi hariç) ilkelere herkesin ve sadece cinayetlerden sonra değil, her zaman riayet etmesini beklemek. Bunu Charlie Hebdo özelinde söylemiyorum; onun işleri ne tarafa düşer, spesifik örnekler üzerinden konuşulmalıdır. Benim dediğim genel bir tutum. Çoğunluğu mu teşkil ederler veya yüzdeleri kaçtır, söylemek mümkün değil ama Müslümanlar arasında yaygın bir sorunlu tavır bu noktada ortaya çıkıyor. İstiyorlar ki, kendilerinin kutsal/dokunulamaz/eleştirilemez kabul ettiklerini herkes öyle kabul etsin ve ona göre yani kendileri gibi davransın. Yaygın ama yanlış bir lafın tam tersine, kimse kimsenin inancına saygı duymak zorunda değil ama müdahale etmemek, kimseyi inancının gereklerinden alıkoymamak zorunda. Eleştiri denen eylem, toplumun değerlerini de pekâlâ hedef alabilir. Kimse ne İslam’ın, ne Hıristiyanlık’ın, ne başka bir dinin, ne de bir ideolojinin kutsallarını öyle kabul etmek zorunda değil. Bir değerler ve düşünce sistematiği de, din olması hasebi veya iddiasıyla fazladan bir koruma kalkanını otomatikman hak etmez. Bir ideoloji hangi sınırlar içinde eleştirilebiliyorsa, bir din de o sınırlar içinde eleştirilebilmeli. İnsan ideolojide saçma bulduğu bir şeye saçma diyebiliyorsa, dinde de saçma bulduğuna saçma diyebilmeli. Bu yüzden de kimse kimseyi öldürmemeli. Bu kadar bariz bir ilkeyi bu zamanda hâlâ büyük keşifmiş gibi söylemek, ileri sürmek zorunda kalmak da bizim trajedimiz olsun.

Bu meselede yaygın bir tutum da, Paris saldırıları gibi fecaatlerin faturasını olduğu gibi Batı’ya çıkarmak. Emperyalizm, sömürgecilik şüphesiz bir vakadır, tamamen geçmişe ait de değildir üstelik. Bütün bunlar, gerek akademide, gerek akademi dışı ortamlarda kırk yıldır bol bol konuşuluyor, eleştiriliyor. Bu eleştirinin en yetkin örnekleri de, gene Batı üniversitelerinde, Batılı eleştiri geleneği içinden çıkıyor. Doğu, Batı’nın eleştirisi konusunda da büyük ölçüde Batı’nın takipçisi. Modernizm Batı’nınsa, postmodernizm de Batı’nın. Kendi kabahatini örtmek için söylenen laf var ya, “Batı/Avrupa kendine baksın” diye, bakmış ve bakıyor işte. Soru, İslam düşüncesinde böyle bir iç bakış, iç eleştiri kültürü, damarı ve geleneği var mı? Varsa, bugün nerede? Neden etksiz? (Doğu ile İslam’ın eşitlenmesi veya Doğu kategorisi altında farklı kültürlerin tektipleştirilmesi, Oryantalizm çalışmalarının temel sorunsallarından ama burada o konulara girmeye imkân yok). Bütün bunlar bir yana, “Hain Batı geldi, cennetten bir köşe olan, insanların eşit, huzurlu, adil yaşadıkları Doğu’yu mahvetti” hikâyesini de hiçbir zaman ‘satın almadım’.

İslamofobi bir vaka, doğru; peki ya Hıristiyanofobi? O da tabii ki hain Batı’nın Türkiye’ye çaldığı bir leke. Yoksa Türkiye’de Hıristiyan komşu istemeyenler, bir belgesel için bile üzerinde haç işareti olan bir beze tahammül edemeyen Kayserililer (maatteessüf, Kayseri Anadolu’nun tarihi Hıristiyanlık merkezlerinden biri), rahip öldürenler, misyoner dediklerinin boğazını kesenler, kiliselere saldıranlar mı var ki, Hıristiyanofobi’den bahsedelim? Aşkolsun.

Bana öyle geliyor ki, insanlığın ne kadar az –dinî veya dünyevî– kutsalı olursa o kadar rahat edeceğiz.