OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Başkalarının hayatını tanzim etme merakı

Türkiye’nin, siyasi ve sosyal düzeni hayli çatışmalı, demokrasisi hayli güdük bir ülke olduğu tespitine fazla itiraz eden çıkar mı bilmiyorum. Üstelik, bunu öyle son 10-15 yıla bakarak söylemiyoruz, söyleyemeyiz. Ben diyeyim 100, siz deyin 150 senedir farklılıkların birlikte barışçı ortak yaşamı ve demokrasi için mücadele veriliyor ve sonuçta gidilen yol, çekilen zahmetlerle, ödenen bedellerle kıyaslandığında, bir arpa boyu. 

Bu tespit genel kabul görür belki ama bu durumun sebepleri üzerinde anlaşmak çok daha zor. Benim açımdan bakıldığında, demokrasinin ve barışçı birlikte yaşamın gelişmesinin önündeki en önemli engellerden birinin, hem devletin insanların hayatını ve tercihlerini, hem de insanların birbirlerinin hayatını ve tercihlerini tanzim etme isteği olduğu görülüyor. Herkes, diğerleri de kendi gibi yaşasın istiyor. Kıyafet mevzuundan tutun da dil mevzuuna, kadın-erkek veya aile ilişkilerine kadar, hep bu anlayışın doğurduğu meselelerle uğraşıyoruz. Devletin de, ele geçirilecek ve sonra onun vasıtasıyla kendi tercihlerimizi ve doğrularımızı başkalarına dayatacağımız bir teşkilat ve araç olarak görülmesi, çatışmayı şiddetlendiriyor. Denkleme devletin Türk-İslam siyasi ve sosyal düşüncesindeki merkezî ve hatta kutsal konumu da eklenince, demokrasinin gelişeceği bir ortamı bulmak iyice zorlaşıyor. Devlet baskın; birçok konuda kişiler adına karar veriyor ve bu yeterince sorgulanmıyor. Devletin bu kadar kutsandığı yerde demokrasi gelişemez. Olması gereken, devleti kutsallık katından yere indirip, bireyleri tercihlerinde özgür bırakmak.

‘Doğru yaşamlar - yanlış yaşamlar’ anlayışı sadece devletle sınırlı olsa belki bu kadar sorun olmazdı ama toplumun geniş bir kesimi de bu anlayışta. Başkalarının kendi bildikleri gibi yaşamalarının çoğu durumda bize bir şey kaybettirmediğini kavrayabilsek, sorunlarımızı daha kolay çözebiliriz. Başkalarının hayatlarına karışmamayı öğrenmemiz gerekiyor. Birilerinin öyle veya böyle giyinmesi, aynı giyimi bize dayatmıyorlarsa; birilerini o veya bu dilde eğitim görmesi, aynı dili bizi dayatmıyorlarsa, bize bir şey kaybettirmez. Benzer şekilde, insanların özel hayatları da bizim meselemiz olmamalı. Hiç dindar biri sayılmam ama bu gibi konularda Hıristiyan peygamberinin “Yargılama ki yargılanmayasın” sözü toplumsal yaşam için bir motto olarak ortaya konabilir. Tabii, burada söz konusu olan, insanların özel ilişkilerdir; yoksa, yargılanmaması gereken, örneğin bir siyasetçinin karanlık ilişkileri değildir. O pekâlâ herkesin ilgi alanına girer.

Özgürlüklerin sınırı meselesinde, “Bir kişinin özgürlüğü diğerlerinin özgürlüğünün başladığı yerde biter” klişesini tekrarlamayacağım. Zaten oldukça tartışmalı ve muğlak bir tanım olur. Onun yerine, “Bir kimsenin veya grubun tercihleri ve talepleri diğer insanların fiziksel veya ruhsal varlıklarına karşı açık ve yakın bir tehdit veya risk oluşturuyorsa karşılanmayabilir veya kısıtlanabilir” ilkesi önerilebilir ama tabii, bu da tartışmaya açıktır; önemli olan bir ilke üzerinde mutabık kalabilmektir. Mesela, ilke olarak inanç özgürlüğünden ve insanların dinlerinin devlet tarafından değil, yine kendileri tarafından tanımlanmasından yanayız ama, bir grup çıkıp “Bizim dinimizde insan kurban etmek vardır” veya “Bizce kölelik meşrudur” derse, onları da inanç özgürlüğü olarak niteleyecek halimiz yok. Bunlar haddinden fazla bariz örnekler olduğu için meramı tam anlatamamış olabilir. Tercihlerin yakın ve açık bir risk oluşturmasına dair daha tartışmalı bir örnek verelim. Diyelim ki, bir salgın sırasında bir kişinin aşı olmayı veya karantinaya alınmayı reddetme özgürlüğü var mıdır? O kişi istediği yere istediği gibi girip çıkabilir mi? İtiraz edenler çıkabilir tabii ama bana göre bu da yakın ve açık risk durumuna örnek olduğu için, kişinin bunları reddetme özgürlüğü yoktur. Velhasıl, bu gibi durumlar –ve altını zaten hep çizdiğimiz nefret söylemi ve suçu durumları– hariç, başta ifade özgürlüğü olmak üzere bütün özgürlükleri temel ilkemiz haline getirmediğimiz sürece, huzurlu, güvenli ve demokratik bir birlikte yaşam zor.

Başlı başına bir konu olmakla birlikte, Türkiye’de siyasi ve sosyal yaşamın temel sorunlarından biri de, habitatlarıyla birlikte bütün canlıların fiziksel bütünlüklerini, ruhî varlıklarını sağlıklı biçimde korumasına ve sürdürmesine elverecek maddi şarlatların herkes için oluşturulması ve korunmasının bir ilke olarak içselleştirilememesi. Türkiye’nin bu ortamında oldukça naif bir beklenti olduğunun farkındayım ama, iş kazalarından tutun da doğa tahribatına kadar birçok sorunun arkasında da bu anlayıştan uzak olunması yatıyor.