OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Suç ve ceza

(Dikkat! Rahatsız edici içerik)

“(M)eydana bir at arabasının arkasında getirildi, üzerinde bir gömlekten başka bir şey yoktu. Sonra, kollarını dirseklerine kadar sıyırmış olan cellat, bu iş için özel olarak yapılmış, yaklaşık 50 santim boyundaki kerpeteni aldı ve ilk önce sağ bacağının baldırından, sonra kalçasından, sonra da sağ kolundan iki etli parça kopardı, sonra da göğüslerini. Cellat güçlü kuvvetliydi ama parçaları koparırken o kadar zorlandı ki, aynı noktayı iki üç kez kanırtmak, kerpeteni kendi etrafında çevirmek zorunda kaldı. Her kopan parça neredeyse dört santim çapında bir yara açıyordu. Adam canhıraş şekilde bağırıyordu. Kafasını kaldırıp cellada baktı, küfretmedi. Cellat demir bir kepçeyi, kaynayan karışımın bulunduğu kazana daldırdı ve her bir yaranın üzerine bolca döktü. Sonra atların çekeceği ipler, adamın kollarına ve bacaklarına bağlandı. Söyleyeceği bir şey olup olmadığı soruldu, olmadığını söyledi ama her işkencede cehennemde lanetlilerin bağırması beklendiği gibi bağırıyordu: “Tanrım, affet! Affet efendim!” Her biri bir cellat tarafından tutulan atlar, her bir uzuvdan var güçleriyle çekiyorlardı. Birkaç denemeden sonra atların yönünü değiştirmek zorunda kaldılar; kollara bağlı olanlar baş istikametine, ayaklara bağlı olanlar kollara doğru çekmeye başladı. Kollar eklem yerlerinden kırıldı. Çekme işi birkaç kere tekrarlandı ama başarılı olmadı. Adam kafasını kaldırıp kendine baktı. Bacaklarına bağlı atlara iki tane daha eklendi, toplam altı at etti ama yine olmadı. Durumun umutsuz olduğunu gören cellat, hükümlüyü parçalara ayırıp ayırmamayı sordu. Tekrar denemesi emredildi ama atlar pes ettiler, bacaklara bağlı atlardan biri yere yuvarlandı. Cellatlar kalçalarını neredeyse kemiğe kadar kestiler, asılan dört at bu sefer ilk önce sağ bacağı, sonra ötekini koparıp götürdüler, sonra aynı şey kolların da başına geldi. Alt çenesi hâlâ, konuşur gibi, sağa sola hareket ediyordu.” 

Bir film sahnesini değil, yaşanmış bir olayı anlatan bu satılar hoşunuza gitti mi? Yoksa, “İşkenceye maruz kalanın kim olduğuna göre değişir” mi diyorsunuz? Peki, bu kişinin anne-baba katili olduğunu söylesem, bu sahne hakkındaki fikriniz değişir mi? Sizi bilmem ama ben ne zaman denediysem, bu satıları baştan sona okuyamadım, durup mide bulantımın geçmesini beklemem gerekti. Adamın o veya bu suçu işlemiş olması bu duygu ve düşüncelerimi değiştirmedi. Belki sizi de bu satırlara maruz bıraktığım için bana kızıyorsunuz ama, Özgecan Aslan cinayetinden sonra faillere yapılması gerekenlere dair orada burada okuduklarım, aklıma bu sahneleri getirdi. İdam, işkence, hadım etme, kısas gibi cezaları çok kolay talep ediyoruz ama unutuyoruz ki cezayı belirleyen tek, hatta en önemli etken, suçun kendisi değildir. Suç, cezanın belirleyenlerinden sadece biridir; en birincil olanı mıdır, o da tartışılır. Ceza daha ziyade, toplumun ne görmek istediğiyle ilgili bir olgudur. Tabii, bu da o toplum için hakiki bir göstergedir. Dolayısıyla, idam, hadım etme, işkence veya kısas cezaları da suçun korkunçluğundan ziyade, bizim nasıl bir canlı türü olduğumuzla, nasıl bir topluluk oluşturduğumuzla, o topluluktan ne anladığımızla ve onu nasıl tarif ettiğimizle ilgili bir konudur, velhasıl bizim korkunçluğumuzla ilgilidir.

Kimileri Özgecan’ın başına gelen türden olayların önlenmesi için idam cezasının caydırıcılığına ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Suç işleme ânında failin ceza hesabı yaptığını mı düşünüyoruz? Yani bu hesabı yapıyor ve ağırlaştırılmış müebbeti yeterince caydırıcı bulmuyor ve suçu işliyor... Doğrusu, ben böyle olduğunu pek zannetmiyorum. Geçenlerde Turgut Kazan’ın da televizyonda söylediği gibi, failler çoğu zaman, yakalanacaklarını değil, yakalanmayacaklarını varsayarak hareket ederler. Bana kalırsa, ağırlaştırılmış müebbet yeterince caydırıcıdır – tabii, fail cezayı aklına getirirse. Getirmezse, idam olsa ne fayda... Ha, diyorsanız ki Türkiye’de cezalar uygulanmıyor, sudan sebeplerle kuş kadar kalıyor, haklısınız, ama o zaman da düzeltilmesi gereken yanlış burada, idam olmamasında değil. Ayrıca, devletin eline idam gibi bir aygıtı tekrar vermek hiç de akıl kârı değil. Bugün siz şu şu suçlar için idam tanımlarsınız, yarın iki cümleyle kendi işlerine gelen başka suçları eklerler. Sonuç olarak, Türkiye uluslararası taahhütlerinden dolayı idamı kolay kolay geri getiremeyecek olsa da, sivil toplum bu konuda sağlam durmalı, idamın yolu hiçbir şekilde açılmamalı.

not: Yazının başında yer alan kısmı, anne-babasını öldüren Robert-François Damiens’in 1757’de Paris’te halka açık olarak işkence yoluyla idam edilmesi sahnesini, Michel Foucault’nun, Türkçeye ‘Suç ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu’ başlığıyla çevrilen ‘Discipline and Punish: The Birth of the Prison’ adlı kitabından, atlayarak ve özetleyerek çevirdim.