YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Sonra bir bakmışsın, oraları geçmişiz

Biz tabii, hep devlete baktık. Faşizmi konuşurken, diyorum. Hep devlete, hükümete baktık. Faaliyetler, sözler, argümanlar listeye uyuyor mu diye madde madde gittik. Bir kısmı uyuyordu listeye, bir kısmı uymuyordu. Bardağın yarısı dolu, yarısı boş misali. Biraz kibarlıktan, biraz da literatüre uyma kaygısıyla “Yok” dedik, “daha değil, daha faşizme girmiş sayılmayız.” Öyleydi hakikaten. Faşizmin etrafında dolanıyorduk ama rejime tam manasıyla faşist diyemiyorduk. Evet, bu kadarı bile önemli bir göstergeydi tabii, bir ülke sık sık kendini “Faşist bir ülke mi olduk acaba?” diye yokluyorsa, epey yol aldık demekti. Ama sonuçta daha ‘öyle’ olmamıştık. ‘Öyle’ olmak için doldurmamız gereken kutucuklar vardı. Onlar daha dolmadığı için bu ülkeye ‘öyle’ diyemezdik. Bunu ilk önce biz kendimize söylüyorduk zaten. Hâlâ da öyle. 

Hayır, devlete bakarken toplumu gözden kaçırdık demeyeceğim. Ama galiba çok kafa yormadık. Şiddet kültürü etrafımızı sararken, elbette, olup bitenlere dertlendik, araştırmalar yayımlandı, anketler yapıldı, çalıştaylar düzenlendi, çözüm yolları arandı, yazılar yazıldı, konuşmalar yapıldı, meseleye dikkat çekildi. Fakat nihayetinde toplum dediğimiz, hükümete, devlete kıyasa daha akışkan bir varlık. Öyle hemen tanımlamaya gelmiyor. Veri lazım, trende, eğilimlere bakmak lazım. Öyle olduğunda bile net bir tanımlama getiremezsin; öyle olanlar var, olmayanlar var, birileri birtakım fenalıklar yaparken bir yandan da iyi şeyler oluyor. Hepsini bir yana bırakalım, bu kadar hay huyun içinden Gezi diye bir şey çıktı.

Ne diyorduk, toplum... Çok akışkandır hakikaten, tanımlamaya gelmez. Ama şu ülkede yaşayan birilerinin şundan mustarip olduğunu söyleyemez miyiz: Bir şiddet kültürü, bir hoyratlık, bir çeteleşme, mafyalaşma, kaba güç dilinden konuşma, neredeyse tüm gözeneklere nüfuz etmiş vaziyette.

Sokağa çıktığımızda (biz?) sanki bize düşman bir dünyayla karşı karşıya kalmıyor muyuz? Taksiye binmek bile bir savaş, minibüste olmak bir savaş, esnafla konuşmak, anlaşmak bir savaş. Aslında savaş değil. Başka bir dil kullananlarla bir mücadele. Ezici bir dili, güçten anlayan, haklılığını kaba güçten alan, onunla var olabilen, dolayısıyla o dille, o güçle etrafını ezerek yaşayabilen, bu dile sakin bir tonla itiraz edenleri daha da ezilmesi gereken bir insan türü olarak kodlayan, kendi diliyle konuşan biriyle karşılaştığında ise, eğer kendine güveniyorsa hemen çıplak şiddete başvuran, ama yok, karşısındakinin kendisinden daha güçlü olduğunu fark ettiyse, yelkenleri suya indiren bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzu söylemek, bilimsel olarak değilse bile, şu yaşadığımız hayat açısından, mümkün değil mi?

Yıllardır arttığını gözlediğimiz kadın cinayetlerinde mesele sadece nicelik değil, aynı zamanda nitelik diyemez miyiz? ‘Kadın’a bakışın artık hastalıklı bir hal alması, terk edilen ya da reddedilen erkeklerin öldürmek dışında bir çözüm düşünememesi, ancak onu yaptığında insan içine çıkabileceğini düşünmesi, böyle şartlanması, şu yukarıda tarif etmeye çalıştığım tabloyla birlikte düşünüldüğünde, nasıl bir cehennemde yaşadığımızı göstermiyor mu? Evet, hâkim kültür eskiden de böyleydi belki, ama şu tecavüz, taciz ve kör şiddet döngüsü çağımıza dair de bir şeyler söylemiyor mu? O sokağa çıktığımızda mücadele etmek zorunda kaldığımız dünyanın kuralları artık öyle mi? Bir kadın tarafından terk edilmeyi, bir zamanlar ‘kendi malı’ olan bir kadının artık başka bir erkeğin olacağı şeklinde algılamak mı, bu çağın erkeklerini bu kadar gaddarlaştıran? Eğer öyleyse, yanı başımızda nasıl bir tür faşizmle yaşıyoruz yıllardır?

Nuh Köklü’yü tanıyordum. Bir vakitler aynı binada çalıştık. Kapı önünde sigara içtik, sektörün, ülkenin hallerinden konuştuk – bir sigara içimi boyunca ya da birimizden birine içeriden telefon gelene kadar. Arkadaşlarıyla kartopu oynarken, bir kartopu bir dükkânının camına geldi diye, elinde sopayla, sonra da bıçakla dışarı fırlayan bir esnaf tarafından öldürüldü. İnanmak hakikaten güç ama, nasıl bir dünyada yaşadığımızı hatırlayınca... Nefessiz kalıyor insan. Kendi gibi olmayanları, kendinden –kaba güç anlamında– güçsüz olanları ezilmesi gereken birileri olarak gören, bu dönemin faşizmi tarafından öldürüldü Nuh. Bu hepimizi yırtan, buruşturan, sonrasında bir köşeye fırlatmadan rahat edemeyen, kendinden güçlü birini gördüğünde fare gibi saklanan kaba güç dünyası, her gün birilerinin peşine bir çakal sürüsü gibi düşmüyor mu zaten?

Dolmuşta tek başına kalan Özgecan’a da önce tecavüz etmeye çalışan, direnince onu en gaddar biçimde öldüren ve ona yardım edenler de, bu bahsettiğim kaba güç dünyasının süfli yaratıkları değiller mi? Özgecan’ı gördükleri anda ne düşündüler acaba? “Bizden değil. O zaman işe koyulabiliriz” mi dediler?

Bu içinde yaşadığımız da bir tür faşizm işte. Hâlâ o kutucukları doldurmaya gerek var mı, bilmiyorum. O kavramın, şu yaşadığımız cehennemi karşılamadığını ben de biliyorum; daha çok bir rejime ad koyarken diyoruz onu, dolayısıyla toplumu anlamaya, tanımlamaya yetmiyor. Ama işte, o dünyaya dair bir insani ilişkiler toplamı içindeyiz.

Bu iklimin, AKP iktidarıyla ilişkisi tartışılabilir. Burada ilk ağızda üzerinde durabileceğimiz soru belki de şu: Bu iklim mi AKP iktidarını yarattı, yoksa AKP’nin –‘şef’te cisimleşen– yırtıcılığı mı toplumu buraya doğru dönüştürüyor?

Bir de şurası belki tartışılır: Hep mi böyleydik? Yakın tarihimize bakınca buna hayır demek mümkün değil. Bu toprakların tarihi, aynı zamanda, yanı başındakine diş bileyenlerin, bir fırsatını bulduğunda, komşusunun, onun ailesinin boğazına çökenlerin tarihi değil mi biraz da? Yukarıda tarif ettiğim güçlüler/güçsüzler denklemini milletler, dinler, mezhepler düzeyinde kuran bir zihniyetin yol açtığı cehennemlerden gelmedik mi buralara? O çok övülen ‘Anadolu insanının hoşgörüsü’ dediğimiz, bir tür kendimizi kandırmaca değil mi?

Nuh yaralandıktan sonra “Ne olur, bu bir rüya olsun” demiş. Düşündükçe içim daralıyor. Keşke olsaydı, Nuh. Değil. Ve biz bununla birlikte yaşamak, başa çıkmak, mücadele etmek zorundayız.