Baron Seropyan: Kayaç, sahre, külte

ROBER KOPTAŞ

Garip belki, ama sevdiğim insanların ölümünün ardından yazmayı seviyorum. Vakit geçip de onları özledikçe yazdığımı döne döne okumayı, okudukça hüzünlenmeyi, belki iki damla gözyaşı dökmeyi. Bir tür halleşme, helalleşme, bir vedalaşma ritüeli, bir son dua niyetine... 

Ama bir gün benzer bir yazıyı Baron Seropyan için yazacağım hiç aklıma gelmemişti. Söz konusu olan, benden 42 yaş, ta 1987’de ölmüş rahmetli babamdan bile üç yaş büyük, tam 80 yaşında bir koca adam olduğuna göre, bu ölümün beklenmedik olmasını, zamana ve şartlara değil, bizzat ölenin kendisine, yani Sarkis Seropyan’a bağlamak gerek.

O, sahiden de, hiç ölmeyecek, hep sağlam bir kaya gibi ölçülü, ağır, öylece, olduğu gibi olacak; olayların ve hayatın içinde, yanında, kenarında, izleyici, kaydedici, anlatıcı olarak bulunacak gibiydi. Bizler yaşlanacak, kocayacak, belki ölecektik, ama o hep orada olacaktı. Agos’ta, sevdiği işin başında...

Ne tatlı, ne büyük yanılsama!

Neydi bu tatlı ve büyük yanılsamanın hikmeti? Baron Seropyan olmanın hikmeti neydi?

Cumartesi akşamı Karin’den, “Baron Seropyan’ı kaybettik Roberim” mesajı geldiğinden bu yana zihnimde dönüp duran kelimeyle söylersek, onun bir ‘kayaç’ olmasıydı. Aklıma düştüğünde, kelimenin anlamını tam da bilmiyordum. Sözlüklere baktım, “çeşitli minerallerin veya mineral ve taş parçacıklarının bir araya gelmesinden ya da bir mineralin çok sayıda birikmesinden meydana gelen katı birikinti” anlamına geliyormuş. Eski Türkçede ‘sahre’, yeni Türkçede ‘külte’. Sözlükler şöyle devam ediyor: “Kayaçlar, oluşumları sırasındaki doğal ortamı yansıtan bir çeşit belgedir. Yer kabuğunun jeolojik gelişmesinin izleri kayaçlar üzerinde işlenmiştir. Bu nedenle onlar, Yer tarihinin doğal belgeleri sayılır.”

İşte, Baron Seropyan, bizim için tam da buydu: Tarihimizin doğal, yaşayan, nefes alan belgesi. O tarihin bütün izlerini âdeta bedeninde toplamıştı. Taş taş, kaya kaya, katman katman bir araya gelmiş; başkalaşmış, olduğu, gözümüzün önündeki şey olmuştu. Sözlük, “katı birikinti” diyor kayaç için. O da katıydı pek çok yanıyla. Onun nemrutluğu, onun tersliği, onun korkutuculuğu, onun –Sarkis Varbed’in, yani Sarkis Çerkezoğlu’nun deyişiyle– bir “oturan boğa” olması, bir kayaç olmasından ileri geliyordu işte. Nemruttu, tersti, korkutucuydu, oturan boğaydı... Bu tarihle, bu coğrafyayla, bu hikâyelerle, başka türlü olabilir miydi ki? Kocaman kafası, kaba burnu, iriyarı vücudu, her bir tarafından fışkıran, ağarmaya âdeta direnen kıllarla o, Anadolu yer kabuğunun jeolojik gelişiminin izlerini bedenine nakşetmiş bir dağ, bir kayalar yığını, bir kayaç değil miydi? Eski kiliselerle, harabelerle, taşlarla bu kadar haşır neşir olması boşuna mıydı? Kan ‘çekiyordu’ işte düpedüz.

Böyle insanlar var. Canı kadar sevdiği Hrant Dink de onlardandı. Yaşadıkları memleketin bütün hikâyelerini, bütün dertlerini, bütün yaralarını benliklerinde toplayan; onları midelerinde taş misali taşıyan; o taşı biraz sindiren, biraz sindiremeyen; sindirdiklerini ve sindiremediklerini beyin ve kalp arasında başkalarının vâkıf olmadığı bir işlemden geçirip bir hal, bir duruş, bir söz haline çeviren ve zamanlarla insanlar, coğrafyalarla insanlar, insanlarla insanlar arasında tercüman, köprü, yol olan insanlar... Galiba biraz geç fark ettik, ama işte Baron Seropyan o insanlardandı.

Dolapdere’de soğutmacı esnaflığı yaparkenki hali nasıldı bilemem. Ama son 20 senesinde, yolu Agos’la kesiştiğinden sonra mutlu yaşadığına, mutlu olduğuna, kimi zaman uzaktan, kimi zaman yakından şahidim. Baron Seropyan, Agos’la ucundan kıyısından temas eden herkes için, bu memleketin tarihiyle, bu memleketin coğrafyasıyla, bu memleketin hikâyeleriyle dolu, koca bir hazine sandığı oldu. Çalışma gücünü, 1915’te katledilen Ermenilerin acı hatırasından, ailesinin daha çocuk yaşta defalarca dinlediği ölüm yolculuğu hatıralarından aldı. Ölen canları geri getiremezdi; ancak onlardan geriye kalanları zihnine kazıyabilir, onları belleğinde yaşatabilir, nelerin yok olduğunu yeni kuşaklara aktarabilir, geride kalan her neyse korunmasına katkıda bulunabilirdi. Harf, yazı, şiir, şarkı, söz, kilise, manastır, mektep, köy, kıyafet, sofra, zanaat... Hepsi, hepsiyle... Bu yüzden, hayata dair her şeyle ilgilendi, otuz iki kısım tekmili birden. Okudu, yazdı, anlattı. Bunları yapmaktan hiç geri durmadı.

Baron Seropyan’ın şu dünyada dayanamadığı bir şey varsa, o da herhalde, dille, mimariyle, tarihle, özünde kültürle ilgili bir şeylerin unutturulmaya, tarihten silinmeye, yok edilmeye çalışılmasıydı. Felaket’in devamında gelen inkârın sistematik mekanizmalarından birinin tarihi Ermeni yapılarının yok edilmesi veya yok oluşa terk edilmesi olduğunu erken bir zamanda görmüş, bunun tanıklığını ve vakanüvisliğini yapmayı, kaydını tutmayı, yapabiliyorsa bu süreci durdurmayı hayatının en önemli amacı bellemişti. İşte Agos, bu amaca daha fazla hizmet edebileceği mecra olduğu için onun hayatına sunulmuş bir armağan, bir mucizeydi. Kendisi de, çalışkanlığı, birikimi, öğrenmeye ve anlatmaya olan açlığıyla Agos ve Agos’takiler için bir armağan, bir hazine oldu.

Baron Seropyan demek, aynı zamanda dürüst ve onurlu küçük insanlara duyulan katıksız sevgi de demekti. Emekçilere, kol gücüyle çalışana, zanaatkâra, sanatkâra, köylüye, öğretmene, çulsuz yazara ve emeğine duyulan saygı. Baron Seropyan’da türlü sevgiler eninde sonunda memleket ve insan sevgisine tercüme edildiğinden, bu sevgi de, Anadolu coğrafyasına duyulan sevgiyle karıştı, bir başka harman oldu. Ailesi Gümüşhane ve İstanbullu olduğu halde özellikle Kürt-Ermeni coğrafyasına, Sason’a, Diyarbakır’a, Van’a, Palu ve Harput’a, Dersim’e Sivas’a, Erzurum ve Erzincan’a, Bitlis ve Muş’a duyduğu sevgi, buraların insanlarına duyduğu sevgiyle iç içe geçti. O, herkesin hemşerisi, heryerin yerlisiydi.

1960’lı yıllarda, Sason’dan ve diğer doğu bölgelerinden, yok olmasınlar, Ermeniliklerini tümden unutmasınlar diye İstanbul’a getirilen köylülere yardım etmek amacıyla kurulan Kağtaganats Hantznajoğov’da (Muhacirler Komisyonu) canla başla çalışmış, Anadolu insanının acısını, kederini kendi gözleriyle görmüş, Raffi’lerin, Khırimyan Hayrig’lerin, Sırvantzdiyants’ların, Mıntzuri’lerin, Hamasdeğ’lerin yılmaz öğrencisi ve hayranı olarak, toprağı ve insanı sevmenin yolunun, onları tanımaktan değil, onlarla hemhal, onlarla hemdert, onlarla hemavaz olmaktan geçtiğine inanmıştı. Onun, küçük insanlara duyduğu bu sevgi ve hürmeti bir hayat yolu olarak benimsemiş olmasında, özellikle İstanbullu üst sınıf Ermenilerin burnu havada burjuva tavırlarına duyduğu tepkinin etkisi büyüktü. Bu anlamda o, 19. yüzyılda başlayan Ermeni modernleşmesinin, Zartonk (Uyanış) evresinin bir devamıydı.

Tüm bunların toplamından ise, Baron Seropyan’ın asla sloganik olmayan, klişelere dayanmayan solculuğuna varırız. Agos’un önünde onu uğurlamak için düzenlenen küçük törende Pakrat Ahpayrig’in söylediği gibi ‘devrimci’ bir solculuk değildi onunki –çünkü o yeniyle değil, daha çok ‘muhafaza etmek’le ilgiliydi– ama yine de bir tür solculuktu ve Agos’un, karılmasına kendi göz nurunu da kattığı harcını oluşturan değerlerle de mükemmel bir ahenk içindeydi.

Yolu Agos ofisinden geçen her dinden, her milletten insana yardımcı olmaya çalışması, onların derdini kendi derdi sayması; taşradan şehre gelmiş Ermenilere duyduğu sevgi; son senelerinde, zorla Müslümanlaştırılmış Ermenilerin kimliklerini özgürce ifade edebilmeleri için gösterdiği yoğun çaba; Türkiye’nin geçmişle yüzleşmesi için yol açmaya çalışan Türk ve Kürt aydınlara ve onların yaptıkları işlere beslediği derin saygı, onun pirûpak insan hamurunun meyveleriydi.

Söylemeden geçersem içim rahat etmeyecek. Baron Seropyan dinlerle ‘pek’ barışık değildi. En hafif ifadeyle, “Dindar değildi” diyelim. Kilise’nin Ermeni kültürü için yaptıklarına çok değer vermekle birlikte, Ermeni kimliği ve mirasının Hıristiyanlık’tan önceki zamanlara uzandığını tekrar tekrar kanıtlamak ve etrafındakilere bıkmadan anlatmak, başlıca zevklerinden biriydi. Bu yüzden, eminim, kilisedeki o görkemli cenaze töreninde kendini biraz huzursuz hissetmiş, tepesindeki haça bakıp, o işaretin aslında Ermenilerin Hıristiyanlıktan önceki Pagan dönemlerinden beri kullandıkları bir simge olduğunu, kiliseyi dolduranlara anlatmayı, her şeyden çok istemiştir.

Yakından tanımazken biraz korkup çekindiğim, ama tanıdıkça sıcaklığı ve mütevazılığına içten bir sevgi duyduğum; gazetede çalışırken, Ermeni kültürü, dili, tarihiyle ilgili bir meselede tıkandığımızda hemen “Baron Seropyan’a sorduk mu?” diye gölgesine sığındığım bu güzel insanı çok özleyeceğim. Bu satırlara soluk bir gölgesini aksettirebildiğim canlı hatırası içimde hep yaşayacak.

Çok sevgili karısı, değerli Digin Manuşak’ın, evlatları Vağarşag ve Garine’nin şahsında tüm ailesinin, tüm sevenlerinin ve Agos’un başı sağ olsun.