KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Yüzyıllık ve anlık damla

Yüzyıllık ve anlık damla

Domino taşı etkili sözler vardır. Nicedir birikmiş enerjiyi açığa çıkarır, birbiri ardı sıra dizili, görece sakin taşların üstüste devrilmesine yol açar. O noktada artık yıkılan taşlara da değil, o taşlar üzerinden ortaya çıkan suskun güce odaklanır insan. Son damlanın sesine.

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis’in, 12 Nisan Pazar günü Vatikan'ın ünlü Aziz Petrus Bazilikası'nda yönettiği ayinde, 20. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde yaklaşık 1,5 milyon Ermeni'nin öldürülmesinin yüzyılın ilk büyük 'soykırımı' olduğunu ifade ederek, "Geçen yüzyılın ilk soykırımına, Katolik ve Ortodoks Suriyeliler, Süryaniler, Keldaniler ve Yunanlarla birlikte siz Ermeniler maruz kaldınız" demesi, işte böyle bir son damla sesiydi.  Ve elbette tam da bekleneceği üzere, gerisi devlet söyleminin şahlanışı şeklinde tecelli etti.

Önce Vatikan’ın Ankara’daki Büyükelçisi Antonio Lucibello Dışişleri Bakanlığı’na, Türkiye’nin Vatikan büyükelçisi Mehmet Paçacı da istişarelerde bulunmak için Türkiye’ye çağrıldı. Ardından devletin farklı kademelerinden veciz açıklamalar birbirini kovaladı. Üstüne bir de Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’na dair karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etmesi eklenince, tepkiler nicelik ve nitelik açısından katmerlendi.

Her biri ayrı bir utanç vesikası olan bu ifadeler içerisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha AP kararı duyurulmadan önceki çıkışı ise göndermeleri açısından tüyler ürperticiydi. Kayda geçelim: "Ülkemizdeki Ermeni vatandaşlarımıza karşı bugüne kadar herhangi bir tersliğimiz, diğer vatandaşlarımızdan farklı olumsuz muamelemiz oldu mu? Dininde, yaşamında, ülkemizin her türlü imkânlarından istifadede gerek vatandaş olan Ermeniler gerek olamayan ama ülkemizde kendi ülkelerinden kaçıp gelerek bulunan Ermeniler noktasında, bunları 'deport' edebiliriz, etmedik. Biz bunları ülkemizde hâlâ misafir ediyoruz. Bunu gösteren bir ülkeye karşı bu tavrı anlamak mümkün değil."

Bir vatandaş düşünün ki ülkesinin kendisine lütfettiği imkânlarından istifade ediyor. Yani doğal vatandaşlık hakkı yok, ona her şey anca bahşedilmiş. Dahası, vatandaş olamayan Ermeniler de bu memleketteler ve Cumhurbaşkanı, ‘deportasyon’ yani  dönüşsüz ölüm yollarına ‘tehcir’ edilerek yok edilen bir halka yönelik soykırımın tanınması kararı öncesinde ‘deport’ fiilini sarfetmekten çekinmiyor. Yüzyıl sonra yeniden… Yüzyıl sonra bir kez daha… Yüzyıl sonra hâlâ…

Devletin  hezeyanı en tepeden en aşağı kademelere kadar inen bir silsilede çağlıyor. Bundan hasbelkader nasibini doğrudan almış biri olarak, olayların ne vahamete ulaştığını küçük ve güncel bir örnekle aktarmak isterim. 13 Nisan Pazartesi akşamı Viyana Uluslararası Diyalog ve İşbirliği Enstitüsü (VİDC)  tarafından düzenlenen ve konuşmacısı olduğum  ‘Tabu ve Değişim: Türk-Ermeni İlişkilerine Bir Bakış’ başlıklı toplantı, benimle birlikte sahnede yer alarak karşılıklı münazara etmek isteyen Viyana Büyükelçisi’nin tepkisiyle karşılaştı. Programda böyle bir şey öngörülmediği için kendisine izleyiciler ile birlikte kısa bir söz hakkı verilebileceği ifade edilince salonu terkeden ve geride müsteşarını bırakan büyükelçi, aslında devletin cisimleşmiş hali olarak her yerde resmi söylemin ağırlığını hissettirmenin gereğini yerine getirmiş oldu. Nitekim müsteşar da ortak komisyon çağrısını anımsattı, memlekette soykırım bile denilebildiğini belirtti. Bu devlet daha ne yapsındı?..

Kendisine bu salonda olup alternatif sözü boğmanın, söz üzerine söz söylemenin, zaten kendi içinde 1915 açısından çok şey ifade ettiğini söyledim. Daha bu hafta adının içinde soykırım geçtiği için yapılamayan konferansı, 2005’teki toplantıda hedef tahtasına oturtulan akademisyen ve gazetecileri,  anımsattım. Tarihin komisyon malzemesi değil, insan ve aile hikâyesi olduğunu…  Ama zaten konuşarak varılacak bir sonuç yoktu. O ki her şey retorik, o ki her şey kalıp monologtu.

Koca bir halkı toplu halüsinasyona, arşivleri  seçmece okumalara, hakikati lobilere, komplolara başvurarak anlatma çabası, yalanı ve inkârı kurumsal resmiyete kavuşturmaktan öte ne ki… Ve en küçük birime kadar sirayet eden devlet tutarlılığı çaresizliğin diğer adı değil mi?..

Toplantının sonunda bir dinleyici “Bu yıl Çanakkale Savaşı anmalarının tam da 24 Nisan’a denk getirilmesi konusunda ne hissediyorsunuz?” diye sordu. “Benimle alay edildiğini hissediyorum” dedim.  Bir an durup ekledim. “Zaten benimle hep alay edildiğini hissediyorum.”

Yüzyıllık ve anlık damlanın sesini işittim.