YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Evren ölünce biz kazanmadık

12 Eylül darbesinin mimarı; cuntanın lideri; döneminde binlerce insanın işkenceden geçirildiği, kaybedildiği, işkencede öldüğü, onlarca insanın idam edildiği, partilerin kapatıldığı; en önemlisi, hâlâ hayatımızı yönlendiren anayasanın tasarlayıcısı olan Kenan Evren, 98 yaşında, eceliyle öldü. Bu elbette bir dönemin kapandığı anlamına geliyor. Ancak gerçekten geliyor mu? Orası biraz şüpheli.

Meseleye geçmeden, bu ölümün yansımalarına göz atmakta fayda var. Şöyle bir dairede dolandık uzunca bir süre, ki bunların hepsi, haklılık payı taşıyan değerlendirmelerdi: Öncelikle, Evren’e şaşaalı bir tören yapılmamalıydı. Olabilir, bu talep edilebilir bir şey ama hayati bir mesele değil. Devlet en mümtaz temsilcisine bir tören yapacaksa yapsın; bu, katılanları ilgilendirir. Ancak bir yandan da, bu talep etkili oldu ve Evren gayet sönük hiçbir partiden temsilcinin katılmadığı bir törenle toprağa verildi. İşin bu kısmı kendi akışı içinde hallolmuş gözüküyor.

Öne çıkan diğer görüş, Evren’in ölümüyle bir dönemin kapandığı ancak AKP rejiminin, bilhassa Erdoğan’ın şahsında bir tür ‘12 Eylül’leştiği’, dolayısıyla aslında bu dönemin başka bir düzeyde devam ettiği yönünde. Bu görüşte de teorik açıdan haklılık payı var. Bilhassa, son olarak başımızda sallanıp duran İç Güvenlik Yasası; iktidarın, başta 1 Mayıs ile Gezi eylemleri olmak üzere, hazzetmediği siyasi hareketliliklere sokağa çıkma imkânı tanımaması; keza, MGK, YÖK gibi kurumların eski güçlerini ve rejim içindeki pozisyonlarını hâlâ muhafaza etmeleri; en önemlisi, 12 Eylül rejiminin getirdiği %10 barajının yeni gerekçelerle hâlâ savunuluyor olması, 12 Eylül’ün bir düzeyde devam ediyor olduğunun göstergeleri. Buna, yeniden bir polis rejimi dünyasına girişimiz ve güvenlik güçlerinin faaliyetlerinin sorgulanamaz hale gelişi de eklenmeli. Ve tabii, başta bahsettiğimiz gibi, şu kadar yılda yeni bir anayasa yapamamış oluşumuz...

Bu görüşe eşlik eden bir başka bakış açısı da, nihayetinde Evren’in cumhurbaşkanlığı ve 12 Eylül Anayasası’na bu toplumun %90’ın üzerinde oy verişi ve şimdilerde, bilhassa muhafazakâr, cepheden keskin cunta karşıtı görünen kimi siyasetçilerin ve gazetecilerin o vakitler hiç de bu tondan konuşmadıkları, dolayısıyla bu 12 Eylül’le hesaplaşma meselesinde manzaranın pek de göründüğü gibi olmadığı yönünde. El hak, bu da doğruluk payı taşımakta.

Benim üzerinde durmak istediğim de, şu %90’lık halk desteği, bu desteğin hangi dinamiklere dayandığı, sonrasında nereye evrildiği ve en önemlisi, Evren’in ölümü karşısında bilhassa darbenin mağduru olan kesimlerdeki kâh suskunluk, kâh, nasıl desem, o mahcup sevinç.

Ben darbenin doğrudan mağduru değilim. Burada en çok söz söyleme hakkı olanlar, kendileri ve yakınları o uğursuz işkencehanelerden geçenlerdir. Belki yanılıyorumdur ama o cephede gördüğüm sessizlik ya da mahcup ferahlama, üzerinde durmamız ve bütün bu ‘hesaplaşma’ bahsinde dikkate almamız gereken mesele gibi görünüyor. Çünkü sonuçta şöyle bir durum var: Bu toplum, yani herhalde toplum diyebiliriz, darbeyle cepheden yüzleşmedi ve Evren ile şürekâsı ve o zihniyet, sağlıklarında ‘hesap vermek’ zorunda kalmadılar. AKP dönemindeki yargılamanın da o dönem için TSK’yı zayıflatma stratejisinin bir parçası olduğu belliydi ve doğrusu, AKP tabanı açısından bakacak olursak hiç de kuvvetli bir talep yoktu.

Böyle bir denklem içinde bakıldığında, Evren’in ölümünün, kararsız, mütereddit, ne diyeceğini tam bilemez, güvensiz bir ruh hali içinde karşılanması normal. Eksik kalan bir şeyler var çünkü. Önemli şeyler.

Darbenin ağır koşullarına maruz kalanlar, yıllar geçip de şöyle üstlerini başlarını silkelediklerinde, cuntayla hesaplaşacak bir dinamik, yanlarında bulabilecekleri bir güç, bir zemin bulamadılar. O zemin yoktu, onun yerinde başka bir şey vardı. Diğer ülkelerdeki cunta hesaplaşmalarıyla karşılaştırıldığında belirgin bir biçimde eksik olan bir şey vardı bu ülkede. Bunu isterseniz sol siyasetin eksiklerine de bağlayabilirsiniz ama şunu söylemek mümkün: Bu meselenin üzerinin örtülmesine direnenler, etraflarına baktıklarında çok az insan görebildiler. Dolayısıyla ne cuntayla hesaplaşılabildi, ne de bu hesaplaşmanın öncüsü olabilecek konumda olanlar böyle bir zemin bulabildi. Hatırlaması gerekenler, hatırlaması beklenenler başlarını başka yerlere çevirmişlerdi. Toplum sanki mağlubiyeti çoktan kabul etmiş gibiydi. O günkü %90 küsur ile bugünkü ‘12 Eylül’leşme’nin dayandığı taban arasındaki benzerliğini, o mağlubiyetin kabullenilişinde, ‘otorite’ arayışında aramak gerek belki de.

Nasıl sevineceğiz o vakit? Biz kazanmadık ki.