OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Takozlar

Seçimin üzerinden bir aydan fazla süre geçti ama ortada hükümet olmadığı gibi ,resmen hükümet kurma çalışması da yok. Olası hükümete veya erken seçime dair, sadece bol miktarda spekülasyon var. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tamamen keyfi bir yorumla hükümet kurma görevini vermeyi geciktirmesi. Parti liderlerini sorumluluğa, “millet için fedakârlığa”, ülkeyi hükümetsiz bırakmamaya çağıran sözlerine bakarsanız bir an evvel hükümet kurulmasını istiyor zannedersiniz ama bunun için kendisinin ne yaptığına bakarsanız tersi bir durum görürsünüz. Bu çelişkinin kimse tarafından görülmeyeceğini düşünmüyordur da, muhtemelen umursamıyordur. Türk sağının “Verdimse ben verdim” tavrının bir örneği... 

Bunları söyleme nedenimiz malum. Cumhurbaşkanı, Anayasa’da veya mevzuatta böyle bir zorunluluk olmamasına rağmen, Meclis Başkanlık Divanı kurulmadan görevi vermeme yolunu seçti. Halbuki pekâlâ görev daha evvelden de verilebilir; divanın oluşması sadece sayacın geriye doğru işlemeye başlayacağı ânın tespiti içindir. Ona bakacak olursanız, bildiğim kadarıyla, Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini Meclis Divanı kurulduktan hemen sonra veya şu kadar gün sonra vermek zorundadır diye bir kanun hükmü de yok. Yani Erdoğan isterse, teorik olarak, divan kurulduktan sonra mesela bir on - on beş gün daha görevlendirme yapmayabilir. (Belki amacı da budur.) Öyle bir şey ne kadar keyfî olursa, görevlendirmeyi divandan evvel yapmayarak geciktirmek de o kadar keyfîdir. (Bu arada, ideolojisinin sakatlığı bir yana, ne kadar berbat yazılmış bir anayasamız olduğu bir kere daha görülüyor. Hükümet kurma gibi hayatî bir görevlendirmenin seçimlerden en geç ne kadar sonra yapılması gerektiğine dair açık ve kesin bir hüküm yok.) Cumhurbaşkanı’nın yorumu, bana bir zamanlar Sabih Kanadoğlu’nun, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yaptırmamak için ‘uydurduğu’ 367 kuralını hatırlattı. Belki elimizdeki durum onun kadar vahim değil ama hukuku siyasi amaçlara göre eğip bükmenin güzel bir örneği. Tabii, bir zamanlar zorlama hukuk yorumlarıyla mağdur edilmeye çalışılan bir kesimin veya grubun şimdi aynı yollara tevessül etmesi de ibretlik.

Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan’ın şu konjonktürde iki amacı var: meclisi mümkün olduğunca çalıştırmamak ve hükümet kurma görevini CHP’ye vermemek. Bu sırada da AKP’li bir hükümet kurulamıyorsa tekrar seçime gitmek. Cumhurbaşkanı meclisi çalıştırmak istemez çünkü meclis, bu yapısıyla geçmiş birçok icraatı ve yolsuzlukları sorgulayabilir, kimilerini ‘geri döndürebilir’. Aynı şekilde, CHP’nin koalisyon ortağı olduğu veya bir CHP azınlık hükümeti de aynı şeyi yapabilir. Bana öyle geliyor ki AKP güvenoyu alacak hükümeti kur(a)mazsa bile hükümet kurma görevini ikinci partiye, yani CHP’ye vermeye niyetleri yok. Teorik olarak kırk beş günün hepsini Davutoğlu tüketebilir veya sürenin dolmasına çok az bir zaman kala görevi iade eder. Buradaki incelik şu: kurulan ilk hükümet güvenoyu alamazsa kırk beş gün baştan başlayacak. Dolayısıyla, AKP azınlık hükümeti için güvenoyu isteme riskini almayacaktır. Tabii, yukarıda dediğimiz gibi Anayasa o kadar kötü yazılmış ki, ilk kurulan hükümet güvenoyu alamazsa görev tekrar birinci partiye mi verilir yoksa ikinci partiye mi geçer yoruma açık görünüyor.

Tuhaf bir yasa yorumu da MHP’den geldi. MHP’yle aynı vekil sayısına sahip olan HDP’nin, MHP’den daha az oy aldığı için Meclis Divanı’ndaki üye sayısının da MHP’den az olması gerektiği savını ileri sürdüler. Gerçi tutturamadılar ama Meclis komisyonlarında da benzer bir iddiada bulunabilirler. Buna gerekçe olarak da, Siyasi Partiler Kanunu’nun, iki veya daha fazla parti arasında vekil eşitliği durumunda ana muhalefet partisinin nasıl belirleneceğini saptayan hükmünü gösterdiler. Kanun böyle bir durumda fazla oy alan partinin ana muhalefet partisi olacağını hükme bağlıyor ama bu kuralın Meclis kurul ve komisyonlarına teşmil edilebileceğine dair bir veri yok. Kaldı ki, oradaki mantık şu: Bir ülkenin iki ana muhalefet partisi olmayacağı, işleyiş açısından sorun yaratacağı için bunun bir şekilde belirlenmesi gerekir fakat iki veya daha fazla partinin Meclis kurul ve komisyonlarında eşit üyeye sahip olmalarının benzer bir sakıncası var mıdır? İşleyişe engel bir durum arz eder mi? Hayır. Bu, tamamen MHP’nin siyasi hazımsızlığıyla ilgili bir problemdir. HDP’yle eşitliği sindiremedikleri için onu sembolik ve işlevsel anlamda geri planda bıraktırma çabasıdır. MHP böyle tuhaflıkları yapıyor zaten. Meclis başkanlığı seçimlerinde de, kendilerine yapılan ‘koltuğu AKP’ye teslim etme’ suçlamalarına karşı, “CHP bizim adayımıza oy verseydi”, dediler, bunun gerekçesi olarak da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’yle ortak adayları olduğunu hatırlattılar. Bu noktada tamamen haksız değiller; burada CHP’ye dönüp “Yazın yediğin hurmalar….” diye başlayan atasözümüzü söyleyebiliriz. Fakat, buna rağmen Meclis Başkanı seçimlerinde bir adayda birleşilecekse bu, demokratik etik gereği, 132 vekil çıkaran partinin adayı mı olur, yoksa 80 vekil çıkaran partinin adayı mı? Tipik, “Ben kimsenin ayağına gitmem, onlar benim ayağıma gelsin” şeklindeki maço tavır. Eh, milliyetçilik de bu zaten.