OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Arabayı atın önüne koymak

‘Kürt meselesi’ kaynaklı ölümlerin yaşandığı günlere hızla geri döndük. Gene her gün biri birilerine “şehit” diyor, biri birilerini “etkisiz hale getiriyor”. Bildik zehirli laflar, manşetler ne kadar da pusuda bekliyormuş. Bıçak vurulan işkembeden dökülen pislik gibi tekrar ortalığa saçıldılar. “Hain” lafları, şehitlik demagojisi/sömürüsü, etnik kimlik üzerinden nefret söylemi, hiçbiri eksik değil. Yeni bir “PKK’yı/Kandil’i bitireceğiz” dönemi; ta ki tekrar yorulana dek... Arada birkaç yüz genç daha ölmüş, ne olacak? Evlatlar “feda edilmek için” doğurulmuyor mu zaten? Hele bir de başkalarının evlatlarıysa... Giyersiniz takım elbisenizi/üniformanızı, gidersiniz cenazesine, ön safta yer tutarsınız, bir de elinizi ‘şehit’ babasının dizine koyup, ağzından “Vatan sağolsun” lafını da aldınız mı, işte bitti gitti. Böylece, yaptığınız iş meşrulaşmış olur. Sonra dönüp kendi evladınızla ne istiyorsanız yaparsınız.  

Barış sürecini hangi olayın bitirdiği hararetle tartışılıyor. Taraflar birbirini suçlamada üste çıkma peşinde. Halbuki barış sürecini bitiren tek bir olay arayıp bulmak ve her şeyi ona bağlamak mantıklı değil. Süreci bitirenin sadece devletin veya örgütün silahlı eylemleri olduğunu düşünmek de yüzeysel bir yaklaşımdır. Süreç gene süreç yüzünden bitmiştir. Yani, sürecin doğru yürütülememesi, süreçteki samimiyetsizlik, çatışmasızlıkla geçen zamanın kıymetini bilmeme, oyalama ve kandırmaca gibi görünen hamlelerdir süreci bitiren. Orada atılan bomba, şurada çekilen tetik son noktadır, işin bahanesi veya ‘son damla’ olur. Süreç yolunda, tarafların asgari beklentilerini karşılayan şekilde ilerleseydi, birileri belki gene bomba atar, tetik çekerdi ama sürecin bu provokasyonu, gerginliği soğurma kapasitesi olsaydı bir yalpalamadan sonra devam edebilirdi. Nitekim, Ağrı’da böyle bir girişim oldu ve henüz süreçten ümitvar olunduğu için sonuç alınamadı. Fakat, sürecin gerginliği soğurma kapasitesini canlı tutacak gelişmeler, ilerlemeler sağlanamadığı, bilakis “Masa yok”, “Kürt sorunu yok” gibi sözler gerileme algısı oluşturduğu için şiddet eylemleri bir anda çorap söküğü gibi birbirini takip etmeye başladı.

Devletin resmî ve gayriresmî sözcüleri, sürecin sona ermesinin nedeni olarak, PKK’ya atfen “Elde silahla barış olmaz” sözünü tekrarlıyorlar. Tartışılır ama bunu diyenlere önce şunu sormak lazım: Bu süreç, meşhur Nevruz konuşmasını başlangıç alırsanız yaklaşık iki buçuk yıldır, ama aslında çok daha uzun süredir devam ediyor. Madem elde silahla barış olmuyor, örgüt süreç başlamadan silah mı bırakmıştı ki barış sürecini başlattınız? Demek ki elde silah varken de barışa giden yol konuşulabiliyormuş. Elde silah varken bu müzakereleri başlattınız, çok iyi ve güzel de yaptınız ama bugün birden neden elde silah olduğunu hatırladınız? Hem zaten bütün bu sürecin amacı, silahın koşullarını ortadan kaldıracak ortamı sağlamak değil miydi? Süreç sonuçlanmadan amaç hasıl olur mu? Böyle yaparak arabayı atın önüne koymuş olmuyor musunuz? “Efendim, silah zaten ilkesel olarak meşru bir yöntem değildir, dolayısıyla koşulsuz ve derhal bırakılmalıdır” argümanı ileri sürülebilir. Bu da tartışılır ama velev ki siz ve ben bunda hemfikiriz, ama silahı bir araç olarak seçmiş ve onlarca yıldır kullanan bir örgüte bunu söylemenin bir anlamı, gerçekçi bir tarafı var mı? Adam buna inansa zaten orada olmazdı.  

Peki öyleyse silah neden ve nasıl bırakılır? Çatışan iki taraftan birinin silah bırakması için birinci olasılık, yenilmiş olmasıdır. Elimizdeki örnekte var mı böyle bir yenme-yenilme durumu? Yok. Yakın ve orta vadede de olacak gibi değil. Silah bırakma için ikinci seçenek, bunun gönüllü olmasıdır. Bunun için de tarafların bazı şartların değiştiğine inanması gerekir. Yani elimizdeki örnekte, PKK’nın, silahlı yöntemi gerektiren şartların ortadan kalktığına inanması gerekiyor. Nitekim, Öcalan’ın da katkılarıyla örgüt buna inanacak gibiydi ve sınır dışına çekilmeye başladı. Fakat görebildiğim kadarıyla, bu noktada, ‘kalekol’ ve baraj yapımı güvensizliği tetikleyen bir kırılma noktası oldu. Bazıları, “Efendim, bir devletin kendi topraklarında karakol kurmasında anormal ne var?” gibi, bağlamdan kopuk, soyut bir norma atıf yapan veya “Zaten barış olacaksa karakoldan niye korkuluyor?” gibi, karşısındakinin zekâsını küçümseyen laflar ediyorlar. Asker değilim, askerî mantıktan da hazzetmem ama PKK’nın kalekol ve baraj meselesinde neden hassas olduğunu anlamak için askerî deha olmaya lüzum yok sanırım. Bir an için unutun devleti, PKK’yı, haklılık-haksızlık meselesini, ve A ve B diye, çatışan iki taraf düşünün. B’nin bu çatışmadaki etkinliği, belli bir coğrafyada edindiği pozisyondan geliyor olsun. Bir gün taraflar, aralarındaki sorunları, çatışarak değil konuşarak halletmeye karar veriyorlar. A, B’ye diyor ki “Ama sen önce bu bölgeden bir çekil.” Henüz hiçbir sorun nihai olarak çözülmemişken, B bunu neden kabul etsin? Birincisi, konuşarak sorunların halledilebileceğine inandığı için eder; ikincisi, eğer müzakereler başarısızlıkla sonuçlanırsa, zor da olsa tekrar eski coğrafi konumunu edinerek savaşa devam edebileceğini düşünerek eder. Nitekim, B teklifi kabul ederek çekilmeye başlıyor. Ama, bir de bakıyor ki A, onun terk ettiği coğrafi konumunu almasını engelleyecek tedbirler alıyor. E peki, konuşurlar da sonunda anlaşamazlarsa ne olacak? B, tekrar o konumu edinemeyeceğinden, etkinliğini yitirecek ve istediği hiçbir şeyi de alamamış olacak. B, bu durumda bu teklife bir oyun, bir kandırmaca olarak bakıp itiraz edecektir. Hele A’nın sicili hilelerle doluysa...