OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Şiddet: tekel mi serbest pazar mı?

Türkiye tarihinde bir türlü sonu gelmeyen “zor zamanlardan” bir kere daha geçiyoruz. Bunun en büyük ve geri döndürülemez maliyeti şüphesiz ki insan hayatı. Televizyon ekranlarına birer rakam olarak düşen ölümler dile kolay. Fakat onunla da sınırlı değil. Ölenin kaybıyla kıyaslanamaz tabii ama bu ortamın yaşayanlar üzerinde de yıpratıcı bir etkisi var. Benim açımdan bu kaybın en büyüğü siyaseten veya ekonomik kayıplar, yıpranmalar değil ama duygusal ve ahlak normları açısından yaşanan yıpranma. Şöyle ki, insanın bu ortamda bir ahlaki pozisyon alması çok kolay değil, zor ikilemlerle karşı kaşıya kalıyor. (Bilgi kirliliğine, belirsizliklere hiç girmiyorum bile.) “Kimden gelirse gelsin şiddetin her türlüsüne karşıyız” gibi, öncesi ve sonrası olmayan, tarihselliği tamamen dışlayan, hayali bir sıfır noktasından veya bir boşluktan konuşan sözler, zevahiri kurtarmak için söylenen ama bir gerçekliğe karşılık gelmeyen, derde derman olmayan avuntulardan öteye gidemiyor. Maalesef iş o kadar basit değil. Bir kere, devlet şiddetini her şart altında meşru ve mazur göstermek için çalışan, resmi olan olmayan kurumlarıyla, medyasıyla devasa bir teşkilat varken ve hep varolagelmişken, böyle “herkese eşit mesafede duran” bir tavır almak kolay değil, doğru mu o da tartışılır. Bir devletin şiddetini meşru kılan unsur, adına üniforma denen birtakım renkli elbiseler giymiş adamlar tarafından yapılması değildir. Arkasında hukuka/anayasaya dayalı bir toplumsal -en azından zımni- bir mutabakat bulunmasıdır. O hukuk standartları da sabit kalmaz, gelişen insan hakları ve demokrasi normlarına ayak uydurmak zorundadır. Bunlardan ayrılmış bir devlet meşruiyetinin kaynağı olan toplumsal mutabakatı kaybetmiş demektir. O noktadan sonra ya kendi çıkarları için işleyen ya da halkın bir kesiminin diğer kesimi adına kontrol edilmesini sağlayan bir aygıta dönüşür, devlet şiddetiyle herhangi örgütlü bir şiddet arasında kategorik bir fark kalmaz. Örneğin, hastane girişinde gazetecilere saldıran, darp ve ateş eden polislerin bu eylemlerini ne üzerlerindeki üniforma ne de şiddeti araç olarak kullanan başka aktörlerin varlığı meşrulaştırmaya yeter. Devleti devlet ve onun memurlarını meşru kılan her ne olursa olsun hukuktan ve insan haklarına saygıdan ayrılmamasıdır. O polislerin o noktadan sonra bir sokak çetesinden farkı kalmaz. Bir de, bir şantiye basıp, kimileri iç çamaşırlarıyla olmak üzere elli küsur kişiyi yüzükoyun yere yatırıp polislik vazifesini sınırlarını kat be kat aşarak onları tehdit eden, intikam ve cezalandırma imalarında bulunan polisler var. Üstelik, ne tarihte ne de bugün bunlar için münferit denebilir. Şiddet ve onun kullanımı meselesinde devletin pozisyonu ve tavrı gömleğin ilk düğmesidir, o yanlış iliklenmişse geri kalanlar da doğru gitmez, en azından gitmemesinde şaşacak bir şey yok.

Peki bu durum, devlete ve onun görevlilerine yöneltilen her türlü şiddeti otomatikman doğru ve mazur kılıyor mu? Dedim ya hiçbir şey o kadar basit değil…Örneğin insan yukarıdaki gibi polisler karşısında öfkelenir ve her türlü direnişi mübah olarak görebilir. Ta ki, Sultanbeyli’de öldürülen polis müdürünün üç yaşındaki oğlunun, babası olmadığı kesin bir adamın kucağındaki halini, gözlerini görene dek. O zaman insanın aklından şu geçiyor: “Burada bir yanlışlık var”. Ama sorular burada da bitmiyor. Cevdet (ismi buymuş) çocuk da, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz veya daha iki hafta önce Zergele’de annesinin karnında öldürülen bebek gibi bugüne kadar devlet tarafından bizzat öldürülmüş veya babasız bırakılmış, isimlerini tek tek yazmaya kalksak bu gazetenin sayfalarının yetmeyeceği Kürt çocukları çocuk değil mi(ydi)? İyi de, çocuk ölümleri terazinin iki kefesine koyup ve denklemin iki tarafına yazıp rahatlayacağımız bir şey midir? Bunlar birbirini götürür mü? “Çocuklar sadece çocuktur”, demiyor muyuz? Kim kime hangi suç için ceza veriyor? 

Bütün bu sorular, ikilemler içinde ahlaki/ilkesel doğru belirlemek ve orada pozisyon almak zor. En azından benim zihnim bu konuda o kadar net değil. Zulme direniş haktır ama direnişin yarattığı paradokslar…”kurunun yanında yanan yaşlar” deyip başımızı nasıl çevirelim? Fakat bir şeyden çok eminim. Bize, polisin üç yaşındaki oğluna da, zorla askere alınıp öldürtülen gençlere de, hepimize bütün bu kötülükleri, adına devlet dediğimiz zihniyet ve teşkilat ve bugün onu elinde bulunduranlar yapıyor. Devlet Kemalistlerin elindeyken ondan delicesine nefret ve şikayet edenler, bugün en önde gelen devlet sevicileri oldular ve o devletin ne kadar ezberi, yıkıcı dili ve tavrı varsa benimsediler. Devletin topluma bakışı kadar toplumun da devlete bakışı değişmediği sürece işimiz zor.