OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bu insanlar neden ölüyor?

Sağlıklı bir toplumun kaldıramayacağı günlerden geçiyoruz ama biz zaten cinnet halinde yaşamaya alışık bir toplumuz. Delilik halinde yaşayanlar tekrar çıldırabilir mi? Duyduğumuz haberler, gördüğümüz resimler, söylenen sözler karşısında hem insan hem sağlıklı kalmak mümkün mü? Ya bir meşe odunu olacaksın ya da depresif-agresif bir insan. Hepsi yanı başımızda olup biten, kıyıya vuran çocuk bedenlerinin, parçalanmış insanların, yüzlerce ölümün, lincin haberini dinleyip sonra da akşam yemeğine oturuyoruz. Bir anne evinde vurulup öldürülen (askerlerin vurduğu söyleniyor) ama evden çıkaramadığı 12 yaşındaki kızının bedeni kokmasın diye buzlarla ovmak zorunda kalıyor. Bırakın o anneyi, bunu duyan, kendini bir nebze o kadının yerine koyan biri akıl sağlığını, dirliğini, sükunetini nasıl korur? Kimse bana hasta olmadığımızı söylemesin. 

İki ayda çatışmalarda ölenlerin sayısı birkaç yüz, dile kolay. Temel soruyu hiç unutmamak gerekiyor: bu insanlar neden ölüyor? Ama bu soruya vereceğiniz cevap öyle üç beş seneyi kapsayan bir cevap olmamalı; geniş açılı, tarihi, meselenin esasını yakalayan bir cevap olmalı. Yani, PKK iki polisi yatağında vurduğu için veya uçaklar Kandil’i bombaladığı için bu insanlar ölüyor diyorsanız meseleyi ıskalıyorsunuz demektir. Bir kere şunu söyleyelim bu meselede devlet ektiğini biçiyor. Bu sözü, yukarıda söylediğim gibi, son üç beş hatta otuz seneye istinaden de söylemiyorum. Bütün cumhuriyet dönemini hatta ondan öncesini de kapsıyor. Zannediyor musunuz ki Dersim’de kullanılan gaz bombalarından tutun da asi diye doğru dürüst yargılanmadan salkım salkım asılanlara, Diyarbakır cezaevi işkencelerinden tutun da faili meçhullere kadar yaşananların bugünlerde payı yok. Hep üstüne koya koya devlet bugünlere kadar geldi, hepimizi de getirdi. Bunları söylemek, bugün PKK’nın veya geçmişteki diğer Kürt aktörlerinin her yaptığını meşru ve kabul edilebilir kılmaz. Ama meselenin esası, kaynağı budur; dolayısıyla bu tespiti atlayarak çözüme ulaşmak mümkün değil çünkü bir kere bu tespiti yaptıktan sonra çözümün devletin, onun idare anlayışının, yönettiği kitleye bakışının yeniden yapılandırılmasından geçtiği ortaya çıkar.

AKP bu meselede çözüm süreci denen dönemde, bilindik devlet tavrından farklı bir yol tutacak gibi göründü (unutmayalım ki ondan evvel AKP de silahlı çözümü denedi) ve bazı önemli ve geçmişle kıyaslandığında iyi işler yaptı. Ama anlaşılıyor ki onlar da bu sorunun derinliğini ve ağırlığını, sözünü ettiğim gibi devlet ve vatandaşlık reformuyla ilgili bir sorun olduğunu kavrayamamış olsa gerekler ki asgari (ve bugün askeri, bir kere daha) birtakım icraatlarla, işin içine biraz da İslam kardeşliği ekleyerek bu meseleyi halledebileceklerini düşündüler herhalde. Evet, televizyon kanalları, kurslar, enstitüler yoluyla Kürt dilinin alanını genişletmek önemli ve değerliydi fakat kimlik-anadil ilişkisinde kritik olanın üniversite düzeyinde Kürt dili ve edebiyatı tahsil etmek değil, ilkokul seviyesinde elifba, okuma yazma, toplama-çıkarma öğrenmek olduğunu ya anlamadılar ya da anlamak istemediler. İş o noktaya gelince devletin bilindik “tekçi” söylemlerini hatta ezberlerini yeniden üretmekten ötesini yapamadılar. Sonra da Kürtler iki kurs iki kanalla yetinmiyorlar diye onları nankörlükle suçlamaya başladılar. “Kürt kimliğinin inkarına ve asimilasyona son verdik”, diyorlar. Evet inkarın son bulduğu doğrudur (zaten bu kadar hem trajik hem gülünç bir tutumun nasıl bu kadar uzun sürebildiği açıklanması gereken asıl sorundur). Fakat asimilasyon o kadar basit bir mesele değil. Sadece insanların çocuklarına ve yaşadıkları yerlere Kürtçe isim verme konusundaki engelleri kaldırmak gibi icraatlarla asimilasyonu engelleyemezsiniz, tabii engellemek istiyorsanız. Burada asimilasyonu sert-yumuşak veya doğrudan-dolaylı olarak ikiye ayırıp konuşursak daha anlaşılır olacak. Eğer bir devlet belli bir azınlık dilini ve kültürünü yasaklıyor, baskılıyorsa ve bunun için polisiye tedbirler alıyorsa bu sert veya doğrudan asimilasyon olarak tarif edilebilir. Öte yandan, bütün bunları yapmasa dahi, kamu otoritesi bir azınlık dili ve kültürünün devamı, kuşaktan kuşağa aktarılması, gelişimi için gerekli tedbirleri almıyor veya alınması için uygun siyasi ve sosyal şartları yaratmıyorsa, asimilasyonu sosyolojik ve ekonomik süreçlere bırakarak zamana yayıyor demektir ki bu da yumuşak veya dolaylı asimilasyon olarak tarif edilebilir. Bu, kaçınılmaz doğal bir süreç değildir; belli bir siyasi tercihin ve yönetim anlayışının sonucudur. AKP’nin yaptığı sert asimilasyondan yumuşak asimilasyona geçiş olarak kodlanabilir.

Devletin yapılanmasında önemli bir başlık da bilindiği gibi yerinden yönetim konusudur. Aslında burada meselenin etnik boyutundan bağımsız bir paradoks var; zira burada merkezi hükümetten bazı yetki ve kaynaklarını gönüllü olarak yerel otoritelere devretmesi bekleniyor. Yani, kendi eliyle kendini zayıflatmasından bahsediyoruz. Doğal olarak da buna direniyor. Bir de işin içine “bölünme korkusu” girince direnç daha da artıyor. Ama son kertede bu da siyasi bir tercih. Velhasıl, kısaca söylemek gerekirse bu insanlar bu devletin kemikleşmiş siyasi ve ideolojik tercihleri yüzünden ölüyorlar. Bunları söyleyince bazıları havaya zıplıyor, “PKK’nın hiç mi suçu yok?”, diye. Tekil olarak bakılırsa PKK’nın suç olarak tarif edilebilecek birçok eylemi olmuştur ve oluyor. Suçun ötesinde “kirli” işleri de var. Örneğin, birini, kim olursa olsun, ne yapmış olursa olsun, çocuğunun gözleri önünde vurmak, kanun kitabında yazmadığı gibi hiçbir kitapta da yazmaz. Öte yandan, PKK’nın öldürdüğü asker ve polisi sıradan bir asayiş çatışmasında veya sıradan bir suç örgütüyle mücadele kaybedilmiş gibi davranmak bizi meseleyi kavramaktan dolayısıyla çözümden uzaklaştırır. Tekrarlamak gerekirse, bu insanlar bir kaçınılmazlık sonucu değil, bir siyasi tercihin sonucu olarak ölüyorlar.