OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bir siyasi araç olarak linç

Ülkenin dört bir yanından HDP binalarına, Kürt bireylere, hatta Kürt olduğu zannedilenlere saldırı ve linç haberleri geliyor. Çoğuna sorsanız, linçi sadece, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Ku Klux Klan’ın (şu, üstlerine çarşaf, başlarına yastık yüzü geçiren, nevresim bozması adamlar) siyahlara yaptığı bir şey olarak tarif eder ama bu topraklarda da linç geleneği ve kültürü yaygındır. Muğla Kumluova’da dövülen ve zorla Atatürk büstü öptürülen İbrahim Çay, bunu yapanların, kendisini tanımayan insanlar değil, komşuları olduğunu söylemiş. Birçok insanın aklına ilk anda gelen düşünce, “Komşu komşuya bunu yapar mı?” veya “Bu komşuluğa sığar mı?” olsa da, etnik çatışma ve soykırım literatürüne aşina olanlar için bu durum hiç şaşırtıcı değildir, zira Ermeni Soykırımı’ndan Bosna ve Ruanda’ya kadar birçok örnekte sağ kalanların ve görgü tanıklarının ifadelerinden anlaşılmıştır ki, failler ‘normal zamanlarda’ kurbanların yakınında olan komşu, iş ortağı, ‘arkadaş’ gibi kişilerdir. Hatta, soykırım literatüründe ‘Benim Komşum, Benim Düşmanım’ (My Neighbor, My Enemy), ‘Komşular Neden Öldürür?’ (Why Neighbors Kill?) gibi başlıkları olan kitaplar da vardır. 

Bu demek değildir ki linç girişimlerini, katliamları her zaman tanıdıklar veya komşular yapar. Nitekim, HDP binalarına yapılan saldırılar güruhların işi gibi duruyor. Bunların arkasında, bir organizasyon, yönlendirme, hiçbiri değilse en azından yol verme mutlaka vardır. Fakat asıl soru, bu kalabalıkların nasıl ‘oluşuyor’ olduğudur, kanımca. Bu, elbette, söz konusu kalabalıkların o an nasıl toplandıklarına değil, bu zihniyetin nasıl oluştuğuna ve kalabalıklarda nasıl vücut bulduğuna dair bir soru. Ortada, tek bir etkenle açıklanamayacak, çok boyutlu bir olgu olsa da, buradaki temel belirleyen devletin kadim ideolojisidir. Devlet, öteden beri, millî eğitimiyle, ordusuyla, medyasıyla ve diğer propaganda araçlarıyla milliyetçi/Türkçü bir kitle yarattı. Onları, kendilerinin dışında herkesin düşman olduğuna, haklı ama ezilmiş, mağdur olduklarına inandırdı; ama bir yandan da, şizofrenik bir biçimde, ‘tüm dünyaya bedel’ olacak kadar güçlü olduklarına inandırıldılar. Bir kızarlarsa, aynı ‘kükremiş sel gibi’, yani haklı-haksız, suçlu-suçsuz ayırmadan, önlerine çıkan her şeyi ‘çiğner aşarlar’dı. Devlet için bu kitleler bir araç; onları gerektiğinde eyleme dökülecek, potansiyel bir güç olarak yedekte tutmak, öteden beri kullanılan bir yöntem. Devlet, bu enstrümandan vazgeçmek istemediği için de, ‘millî hassasiyetleri olan kitleler’i, bırakın işledikleri suçlar karşılığında cezalandırmayı, itibarsızlaştırmaktan bile kaçınır. Onun için de bu kalabalıklar, her daim ikna edilmesi gereken, ‘iyi çocuklar’dır. Başka saiklerle ve başka değerlere, ilkelere dayanarak sokağa çıkan, gösteri yapan kalabalıklar, ‘millî kalabalıklar’ın yarısı kadar ‘taşkınlık’ yapsalar dahi, onların gördüğü müsamahanın onda birini göremezler; çünkü devlet ne o ‘millî-manevî değerler’in, ne de onların lümpen muhafızlarının, yani sokaktaki gücünün zayıflamasını ister.

Öte yandan, bunları tespit etmekle birlikte, bu ‘millî coşku’ya kapılmış kitlelerin arkasında bir ölçüde bir Frankeştayn hikâyesi de var gibime geliyor. Yani, bu kitleleri onlarca yıldır izlediği ideoloji ve pratik yoluyla yaratan devlet olsa da, zaman zaman onun kontrolünden çıkabilir. Yakın zamanda yıldönümü olan 6-7 Eylül pogromu, bu kontrolden çıkma durumuna bir örnek olabilir (tabii, istenenin tam da yaşanan şey olduğuna inanmıyor isek). Bunca zamandır, belli değerlere, ‘gerçekler’e inandırdığınız kitlenin aşırılıklarını önlemek o kadar da kolay olmayabilir. (Hep söyleniyor ya, “Kürt sorununun çözülmesi için Türklerin ikna edilmesi gerekir” diye, işte bu da devletin şimdiye kadar anlattıklarından başka, hatta onlara zıt şeyler anlatmasına bağlı). Sokaktaki linçi önlemenin en önemli yolu, linç girişiminde bulunanların, binaları yakanların, insanları dövenlerin mutlaka kamuoyu önünde cezalandırılmalarıdır. Ama bunu yapmak, bir dahaki sefere sokağa sürecek eleman bulmakta zorlanmak demektir ki, devlet bunu pek istemez.

Tabii, HDP binalarına saldıranlar veya onları saldırtanlar, ‘vatanın bölünmesi’ne çok karşı olmalarına rağmen, bu binaları yakarak, bölünmemek için en büyük umudu yaktıklarının farkında olmasalar gerektir. Aksi takdirde, ahlaksızlıklarının yanına bir de akılsızlıklarını eklemiş olurlar.