OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘Şarküteri’

Yüze yakın insanın feci biçimde öldüğü, yüzlerce insanın da yaralandığı bir katliamla ilgili yazıya nasıl başlanır? Hangi cümle bu olayın ağırlığına denk düşer? Bilmiyorum... Ama dehşetin kanıksanması gerçekten çok tuhaf. Ankara Katliamı’ndan sağ kurtulanlar (evet, bu, adıyla sanıyla, baş harfleri büyük Ankara Katliamı’dır artık) “Ayağa kalktığımda üzerime insan parçaları yapışmıştı” veya “Yerdeki kan birikintisinden ayağım kaydığı için doğrulamıyordum” diye anlatıyorlar ve biz, yüzbinlerce, belki de milyonlarca insan bunu ‘normal’ veya ‘sıradan’ bir şeymiş gibi dinliyoruz. Bana kalırsa sürrealizmin tam tarifi olan bu durumu günlük hayatımızın bir parçası olarak yaşıyoruz; üstelik bu durum neredeyse rutine binmiş. Bu, bana ‘Şarküteri’ filmini hatırlattı. Bilenler bilir, filmde bir apartmana taşınan kiracılar, apartmanın diğer sakinleri tarafından, art arda, parçalanıp yenir. Daha doğrusu, siz seyreden olarak son kiracıyı görür ve evvelkilerin yendiğini sonra anlarsınız, o son kiracıyla birlikte. Çünkü bir yandan da ‘normal apartman hayatı’ süregider. Apartman sakinlerine göre ortada bir sorun yoktur. Tam Türkiye’nin siyasi tarihi ve bugünü... İşte biz de o apartman sakinleri gibiyiz, dehşetin içinde yaşıyoruz ama kanıksamışız. Fakat bu durumun sağlıklı olduğu söylenebilir mi? Bütün bu dehşetin içinde ruhen sakatlanmamak esasen mümkün mü? Bunları kolayca hazmeden veya umursamayan bir ruhun sorunsuz olduğu söylenebilir mi? 

Bir de, bütün bunların ötesinde, ister ‘doğal’ yollardan, ister insan eliyle olsun, kitlesel ölüm olaylarından (örneğin Van Depremi) sonra, ölenler ‘makbul vatandaş’ kategorisinin dışındaysa, sıkça gördüğümüz ama alışamadığımız, “oh olsun”cular, “Yetmez, daha fazla ölsün”cüler, “Bunlar kendilerini bombalamıştır”cılar yine zuhur etti. Bu yaşam formları karşısında, insan olma değeri ve vasfını koruma yükü gene bizim omuzlarımıza düşüyor. İşin acı tarafı ne biliyor musunuz, bunlar sizi uzak durmak isteyeceğiniz düşüncelere neredeyse zorla sevkediyorlar, insanı gerçekten izandan çıkarıyorlar. Nefret objesi olmak hoşlarına mı gidiyor bilinmez ama bu arada sizi de kirletiyorlar. Kimsenin kimseye, birilerinin kafasını duvara duvara vurma isteği yaşatmaya hakkı yok.  

Bu hissiyatın ötesinde, katliamla ilgili konuşacak başka bir sürü konu var tabii ki, nitekim konuşuluyor da. Örneğin, Demirtaş’ın katliamdan devleti sorumlu tutması birilerine fena dokundu. Herkesin söylediği kendini bağlar. Birilerinin Tayyip Erdoğan için yaptığının aksine, bizim işimiz Demirtaş’ın ağzından çıkanları çıktığı şekliyle savunmak değil. Dolayısıyla, onun neyi ne kesinlikte kastettiği bir yana, ben bu olayda devlet meselesine nasıl bakıyorum, onu anlatmaya çalışayım. Aslında benim açımdan bu katliamda devletin yeri ve rolünden daha ilginç olan, devleti savunmak için canhıraş şekilde ortaya atılan zevatın bu şevki, halleri ve kimliği. Öteden beri devletçi olanlar zaten malum, onlar bu açıdan o kadar ilginç değil, ki ben bunların içine AKP yöneticilerini de genel olarak katıyorum, çünkü onların düşünce geleneğinde devletin her zaman önemli bir yeri olmuştur. Ama daha düne kadar devlete, hem fikrine hem uygulamalarına en hafif tabirle mesafeli duranlar, anlaşılan devletin ferasetini keşfetmişler. Ya da öteden beri dertleri “Ben devlete devlet demem, devlete yakın olmayınca” imiş.

Gelelim meselenin esasına. Ankara Katliamı’ndan devletin sorumlu tutulması zoruna gidenlere, ‘millî tarih’ diye İzlanda tarihi okutmuşlar herhalde. Bu topraklarda bir katliamın, bir suikastın vs. faili bulunana ve olay aydınlatılana kadar (o da aydınlatılırsa) devletin muhtemel failler arasında bir numara olmasında şaşacak, gocunacak bir durum yoktur. Üstelik bu durum Cumhuriyet’le falan da sınırlı değildir. Devletimiz devamlıdır abiler. Bu faillik kimi zaman doğrudandır, kimi zaman taşeron kullanır, kimi zaman direktif verir, kimi zaman yolu açar. Son, ben diyeyim 100, siz deyin 130 yıllık tarihimizdeki bu tip olaylar hakkında yazılan kitaplar kütüphaneler doldurur. Peki efendim, bunun böyle olması Ankara Katliamı’nın mutlaka devlet tarafından organize edildiğini mi gösterir? Bu soruya verilecek ‘teknik’ cevap, “Soruşturma sonuçlanmadan bu konuda kesin bir yargıda bulunmak mümkün değil” olacaktır. Bu ‘doğru’ şıkkı işaretleyenlere alkış. İyi de, şu canına yandığım memleketinde hepimizin varlık ve geleceğiyle ilgili hayatî önem taşıyan hangi soruşturma tatmin edici bir şekilde ‘sonuçlanmış’ da, biz eldeki olayın faillerini, organizatörlerini, amaçlarını açıkça öğrenebilmişiz? E, bunu kim yapacak? Yürütmesiyle, yargısıyla, devlet... Hem bu, şimdiye kadar neredeyse hiç yapılmamış ve hâlâ yapılmıyor olacak, hem de ‘tarihten ders çıkaranlar’ devlete fail veya sorumlu olarak işaret ettiğinde mabadınız tavana vuracak, “ama elimizde hiç delil yok kiiiii!” diyeceksiniz. Bu ülkede 6-7 Eylül olaylarının devlet tertibi olduğunu olaydan kaç sene sonra öğrendik? Üstelik onun bile faillerini, organizatörlerini vs. hâlâ tam olarak bildiğimiz söylenemez. Anlaşılması için bir kere daha tekrar edeyim: Bütün bunları söylerken kastım, son katliamın mutlaka doğrudan devlet tarafından yapıldığı değildir. Bunu birçok kişi gibi ben de bir olgu olarak ‘bilmiyorum’. Fakat, biri bu yönde kanaat, hatta kendince kesin kanaat belirttiği zaman da zıvanadan çıkacak bir durum yoktur. Tam tersine, bu zıvanadan çıkma halinin kendisi, zıvanadan çıkanlarla ilgili bir göstergedir. Hele hele, Diyarbakır bombacısı polis tarafından başka bir sebeple de olsa yakalanmış ve bırakılmışken, son gelen haberlere göre Ankara’daki canlı bombalardan biri Suruç’takinin aranan ağabeyi iken, devleti işaret etmek gayet makuldür.    

Seçilmiş hükümetler devletin sadece bir parçasıdır; üstelik, seçimle geldiği için, uzun veya kısa dönemli de olsa, geçici bir parçasıdır. O parçanın bütünle ve bu gibi olaylarla ilgisi veya ilgisizliği birden fazla ihtimale işaret eder. Dolayısıyla, devlet derken ben bu katliamın mutlaka ‘AKP’li birileri’ tarafından planlanmış olduğunu kastetmiyorum. Doğrusu, bunu düşünmüyorum da. Öte yandan, bu katliamın siyasi sorumluluğunda en büyük payın, gerek yönettikleri kitlenin farklı kesimlerine bakışları, gerek son seçimden bu yana tuttukları yol sebebiyle, önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, sonra da AKP’ye düştüğüne zerrece şüphem yok.

Son olarak ulusal yas ilanıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Yas ilanının millet katında bir anlamı ve karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Nitekim, millî maçta verilen türden tepkiler bunu gösteriyor. Öte yandan, ulusal yas ilanının devletin yönetimi altındaki kitleye karşı duruşunu, kapsayıcılığını gösteren sembolik bir hareket olduğunu düşünüyor ve bu açıdan önemsiyorum. Zaten, AKP hükümetinin ulusal yasa askerleri, polisleri ve korucuları eklemesinin de tam olarak bununla ilgili olduğu kanaatindeyim. Bu kesimlerin yasa eklenmesi, AKP’nin ideolojik zihin haritasının ve takıntılarının bir sonucudur. Asker, polis aylardır ölüyor zaten. Onlar için yas ilan etmek için neden bu katliamı beklediniz? Bu katliam olmasaydı asker polis için yas ilan etmeyecektiniz demek ki. Sonuçta, ‘sadece solcular/dinsizler vs. için’ yas ilan etmeye hem elleri varmadığı için, hem de bunu tabanlarına açıklayamayacaklarını düşündüklerinden, asker ve polisi yasa, âdeta bir paso gibi dahil ettiler.