‘Diyarbakır’da Ermeni Kıyımı’ üzerine

FIRAT AYDINKAYA 

Tahir Elçi’nin anısına

Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılını geride bırakmamıza az bir zaman kaldı. Yüz yıl içinde modern dönemin bu ilk soykırımı üzerinde pek çok kesim konuştuğu halde meseleyi hakkıyla konuşamayan bir Türkler bir de Kürtler kaldı. Yüzüncü yıl vesilesiyle Kürtlerin bu cürümdeki rollerini ortaya koyan birkaç çalışmanın nihayet görülmeye başlanması önemli. Kürtler bu soykırımın neresinde yer alıyor sorusu artık daha çok seslendirilmekte. Epey bir yeküne tekabül eden soykırım bakiyesi tanık beyanları, Kürtlerin iştiraki konusunda bize bir fikir veriyor aslında. Bu tanıklardan birinin “Kürtlerin bize neler yaptığını nehirlere sorun”1 şeklindeki şehadeti bize esaslı bir ipucu sunuyor nitekim. Soykırım üzerine yazılan tanıklık kitapları ve diğer soykırım külliyatını taradığımızda genelde “Kürtler önümüzü kesti”, “Kürtler bize saldırdı”, “Kürtler güzel kadınları kendilerine aldı, çocukları nehirlere attı”, “Kürtler güzergâh üzerinde bekliyordu” şeklinde iç burkan şahitliklere rastlamaktayız. Peki ama kim bu Kürtler? 

Bu Kürtlerin kimler olabileceğine cevap aradığımız şu günlerde Hilmar Kaiser tarafından kaleme alınan ‘Diyarbakır’da Ermeni Kıyımı’ kitabı yayımlandı. Bahusus Osmanlı devlet bürokrasisinin ezoterik sayılabilecek denli gizemli iletişimine, merkezle taşra arasında yazışma konusu yapılan kıyım koordinatlarına mercek tutan bu çalışma mikro otoritelerin soykırımı domine eden resmi organizasyonların ifşasına odaklanmış durumda. Bunu yaparken soykırım öncesi Kürt siyasal sosyolojisine değindiği halde soykırım esnasında bu siyasal sosyolojinin yıkıcı davranışlarına ve aktörlerine değinmemesi büyük eksiklik. Diyarbekir söz konusu edildiği halde soykırımda Kürt iştiraki mevzusunun neredeyse hiç işlenmemesi, çalışmayı Reşit Bey’in şahsına indirgeyen karıncalı bir görüntü çıkarıyor karşımıza.    

Yine de kitabın daha iyi anlaşılması için kısa bir intro vermemiz gerekebilir. Aslında yalnızca Diyarbekir’in değil, bir bütün olarak Kürdistan haritasını önümüze koyup baktığımızda karşımıza ürkütücü bir tablonun çıkacağı muhakkak. En fazla da Kürtlerin Kürdistan’ın Serhat bölgesi, Ermenilerin Batı Ermenistan dediği Kürt-Ermeni hinterlandı kan gölüne döndü. Iğdır, Doğubeyazıt, Kars ve diğer savaş cephesindeki şanslı Ermenilerin önemli bir bölümünün Kafkasya’ya geçerek kendilerini kurtardıkları bilinmekte. Van Ermenileri ise kasaba, köy ve kısmen de şehir merkezinde büyük katliamlara uğradılar. Vali Cevdet Bey ile Halil Kut, vilayette Ermenilerin direnişine rağmen Van’ı Ermenisizleştirdiler. Buradaki bir kısım Kürt aşireti Kasaplar Taburu ile senkronize bir şekilde Ermenileri tıpkı pogrom dönemlerindeki gibi bulundukları yerde katletti. Bitlis vilayeti yine Cevdet bey, Abdülhalik bey ve Halil Kut eliyle yerle bir edilirken aşiret şiddeti de yine başrollerdeydi. Sason’a sığınan Ermenileri ve Siirt Ermenilerini katleden ise devlet ile birlikte yöredeki devletin müştemilatı gibi davranan aşiret şiddetiydi. Muş Mutasarrıfı Servet Bey, Kotan aşireti önderliğindeki İTC elitleri, Hoca İlyas, Hacı Musa Bey, Şeyh Hazret ve diğer aşiretler Muş Ermenilerini çoğu yerde diri diri yakarak Muş ovasına gömdüler. Erzurum Vilayetindeki Tahsin Bey, katliamlara karşı bir parça ayak direse de Bahattin Şakir’e boyun eğerek Ermenileri ölüm tarlalarına gönderdi. Bahattin Şakir’in modere ettiği bu ölüm yürüyüşünde Kürt aşiretlerinin bir kısmı yol güzergâhlarını tutmaya ikna edilerek katliamlar gerçekleştirildi. Gulo Ağa benzeri kişiler geçitlerde Ermeni avına çıkmıştı.  Harput’ta Vali Sabit Bey ve İTC eliti tehcir yolları üzerinde Kürt aşiretlerini organize ederek Harput’u Ermenisizleştirdi. Dersim nispeten Ermeniler için kurtarılmış bölge gibiydi. Malatya, Adıyaman’daki kimi aşiretler tehcir pususuna yatmak için gönüllüydü.

Soykırıma Kürt iştirakinin beş farklı biçimi

Bu hal üzere soykırıma Kürt iştirakinin beş farklı biçimde ortaya çıktığını iddia etmek mümkün. İlki Van, Bitlis, Muş örneklerinde olduğu gibi ya devletle birlikte ya da devlet güdümünde Kürt aşiretleri Ermenileri tıpkı pogrom dönemlerindeki gibi bulundukları yerde katlettiler. İkincisi Sason’da, Van’da, Urfa’da, Muş’ta ve diğer savaş ve direniş bölgelerinde Ermenilerin katli için organize edilen düzenli askeri birliklerin müştemilatı gibi davranan milis Kürt güçleri kitlesel katliamlara imza attılar.  Üçüncüsü ise Hamsin, Cendirmeyen Bejik, Seide Nado, Cemilpaşazade Mustafa güçlerinin eliyle katliamların bakiyesi Ermenileri bulup öldüren yarı-örgütlü milis güçlerinin katliamı. Dördüncüsü ise Tehcir güzergahları kendilerine önceden bildirilerek güzergah bekçileri gibi pusuya yatıp tehcir kafilelerini katleden seyyar aşiret şiddeti. Nihayet beşincisi ise Reaya diye tanımlayabileceğimiz sıradan Kürtlerin spontane, anonim ve fragmanter bir stille iştirak ettiği katliamlar. Diyarbekir vilayetinde soykırıma Kürt iştiraki üçüncü, dördüncü ve beşinci biçimlerle carileştirildi.  

Diyarbekir vilayeti tüm bu cinnet coğrafyasında özellikle önemliydi. Hilmar Kaiser ‘Diyarbakır’da Ermeni Kıyımı’ ile münhasıran bu vilayeti mercek altına alan bir çalışma yayınlayarak önemli bir iş yaptı. Yazar vilayetin geneline projeksiyon tutarak bu ehemmiyetli çalışmasıyla puzzle’ın eksik bir parçasını tamamlamış oldu. Kaiser başlarken, çalışmasının Osmanlı Dahiliye Nezareti’nin Diyarbekir vilayetindeki yetkililer ve komşu idare birimleriyle yaptığı yazışmalara dayandığının altını çizer.2 Gerçekten de Kaiser’in çalışması merkezi bürokrasi ile vilayet bürokrasisinin soykırımı ne şekilde rasyonalize ettiğini vakalar ve yaklaşımlar üzerinden ortaya koyarken bu alanda ciddi bir boşluğu gidermektedir. Bürokrasinin iç yazışmaları soykırım benzeri vakalarda paha biçilemez değerde önemlidir. Kitabın bunu ortaya çıkarması çalışmanın en güçlü noktasıdır. Ne var ki aşağıda gösterileceği üzere bu durum bazı durumlarda çalışmanın aynı zamanda zaafı haline de gelebilmektedir. Zira yazar, karşılıklı yazışma metinlerinin deşifrasyonunda metodolojik bir sorun sayılabilecek bir yöntemle yol almakta. Bu manada yazar, yazışma metinlerinin şifreli, kapalı sayılabilecek anlamlarına çok da mercek tutmuyor. Oysa ki yazışma metinlerinin düz anlamlarının hiç olmazsa ağdalı kısımlarını bağlam ve arka planlarıyla birlikte şerh ve çek etmesi gerekirdi. Usulde hermenötik olarak da savlanan bu yöntemin yazar tarafından yeterince yapılmaması, metnin düz anlamıyla yetinilmesi, yazışma metinlerinin lafzına sadık kalınması metodolojik bir sıkıntı olarak kitabın kurgusuna sirayet etmiş vaziyette. Nitekim metindeki bu düz deşifrasyonla yetinilmesinin sakıncalarından biri olarak kitapta Reşit Bey’in soykırımdaki rolü asli, Talat Paşa’nın rolü neredeyse tali olarak önümüze çıkıyor.   

Yazar, çalışmasının bölgenin eksiksiz bir tarihi olmadığına vurgu yaparken esas olarak Osmanlı merkezi hükümetinin olduğu kadar bölgesel ve yerel temsilcilerinin uyguladıkları politikaları ve karar verme süreçlerini tartıştığını iddia etmektedir.3 Ne var ki kitap bir bütün olarak incelendiğinde Osmanlı merkezi hükümeti ile ona bağlı yerel otoritenin bilhassa hiyerarşik ilişki dinamiğini incelediği noktalarda ciddi kafa karışıklığı ortaya koymaktadır. Hususen vali Reşit Bey’e zoom yaptıktan sonra, Reşit Bey’in devlet içinde devlet gibi davranmaya meyyal haliyle kendi gündeminin peşinden koştuğunun iması çalışmada güçlü bir şekilde karşımıza çıkar. Osmanlı bürokratik hiyerarşisi içinde bir valinin müstakil politika örgütlemesi bir tarafa, otonom bile olacağı çok tartışmalıyken yazarın Reşit beyi, makro politika icra eden bir figür olarak resmetmesi açıkçası kuşkulu bir bakış açısı. Reşit beyin hard politika yürüttüğü imasıyla, merkezi hükümeti kısmen soft politika yürüten olarak resmetmek kadar; valinin kendisini bazı durumlarda merkezi hükümete dayattığı noktasındaki kimi tespitler açıkçası valinin rolünü abartmaya dönük tartışmalı ve aşırı bir yorum. Kitabın alt başlıklarından biri olarak ‘Reşit Bey’in gündemi’nin altı çizilmesi yine bu aşırı yoruma misal. Hatta yazar, Reşit Bey’in gündeminin Dahiliye nezaretinin gündeminden bile daha radikal olduğu konusunda iddiada bulunmakta.4 Yanı sıra yazarın merkezi otoritenin soykırım konusundaki tavrını tali plana indirgeyen kimi yorumları da bu minvalde zikredilmeli. Hatta o kadar ki yazar son söz ve son cümle olarak aslında kitabının ana kurgusunu bir cümlede özetleyiverir: “Osmanlı merkezi yetkilileri, ölümcül kampanyada vilayet yetkililerine bilerek yardımcı oldular.” Bu kurgunun bizi çılgın, ırkçı, muhteris ve dizginlenemez bir vali ile onu dizginleme çabasında olduğu halde sürüklenmekten kurtulamayan merkezi otorite düalizmine götürdüğü açık. Ayrıca yazar, “Talat bey, sadece tehcirin genel gidişatını izlemişti”, diyerek yerel olaylar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmadığının altını çizer.5 Ve yine kitabın sonuç kısmında yazar, “Talat Bey, Ermeni sürgünlerin yok edilmesi için Reşit Bey’e resmi bir emir vermemişti ama nazırın politikası bu sonuca ulaşmıştı” diyerek merkezi otoritenin bu işteki asli rolünü bir parça yumuşatmaktadır.6 Oysa gerek Talat Paşa’nın anıları ve sonradan ortaya çıkarılan defterleri Talat’ın neredeyse ‘BBG evi’ misali tehcir ve katliamları izlediğini açıkça göstermekte.7    

Arşak Vramyan’ın ölümü

Yazar ayrıca kitabın birkaç yerinde Reşit Bey’in soykırım pratiklerinin merkezi kaygılandırdığı şeklinde ilginç ifadeler kullanır. Yine benzer şekilde Mebus Arşak Vramyan’ın öldürülmesinin akabinde Kaiser, hükümetin Reşid Bey’in öldürme programını onaylamasını başka cinayetlere zemin hazırladığını belirterek hükümetin valiyi bu korkunç eylemleri için azarlamadığına dikkatimizi çeker. Bu bakış açısının mefhumu muhalifi, hükümetin Arşak Vramyan gibi liderin öldürülmesinden bihaber olduğu en azından onaylamayacağı ön kabulüne dayanır. Hükümetin Vramyan’ın öldürülmesi ile başlayan Diyarbekir katliamlarından merkezi düzeyde habersiz olduğunu ima etmek hükümetin sorumluluğu konusunda soru işaretleri yaratmakta.

Özetle yazarın bakış açısı, kafayı Hıristiyan azınlıkla bozmuş çılgın bir valinin, Ermenileri imparatorluğa gömmeye çalışırken onu uluslararası dengeler ve Osmanlı iç hukuku uyarınca dengelemeye çalışan rasyonel devlet/Talat aklının çatıştığı tezi üzerinden kurgulanmıştır. Bürokratik yazışmaların mahiyeti yazara böyle bir resim çizdirse de olayın aslının böyle olup olmadığı tartışmalı. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan bu yana Osmanlı bürokrasisinin Ermeniler üzerinden demografik ve etnik mühendislikler yaptığı ortadayken merkezi otoritenin makro bir plana sahip olmadığı ve böylelikle kaostan yararlanan fanatik bir valinin soykırımı kotardığı iddiası açıkçası çok şüpheli. Hem Dadrian’ın8 hem de Kevorkian’ın9 haklı olarak Wannsee benzeri toplantılarla Ermenilerin Anadolu’dan silinmesi kararının merkezi düzeyde alındığına işaret ettiği bilinmektedir. Bu makro planın Diyarbekir’de tatbiki için en uygun adayın Reşit Bey olduğu Balıkesir’deki sicilinden belli olsa da yazarın, Reşit Bey’in tesadüfen buraya vali olarak atandığını ima etmesi ayrıca ilginç.

Valilerin soykırımı domine eden yapısal rollerini düşündüğümüzde Kürdistan’daki diğer valilere de yakından bakmakta fayda var. Van Valisi Cevdet Bey’in, Bitlis Valisi Abdülhalık Bey’in, Harput Valisi Sabit Bey’in, Erzurum Valisi Tahsin Bey’in performanslarını da bu tartışmanın verimi bakımından işin içine katmak elzem. Bir nebze gönülsüz Tahsin Bey dışındakiler en az Reşit Bey kadar soykırım konusunda proaktiftiler. Soykırımın örgütlenmesini bu valilerle birlikte Mahmut Kâmil Paşa, Halil Kut Paşa ile Teşkilatı Mahsusa masasından Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Ömer Naci gibi otoriteler örgütlemekteydi. Yerel yöneticiler atanırken bilhassa hükümetin yazışmalarında kullandığı gizli şifreleri ya da mesajın alt metnini anında çözebilecek nitelikte olmalarına bakılmaktaydı.10 İTC’nin gerçek niyeti ile yazışmalardaki bu niyeti ustalıkla saklayan sıradan söylemlerini yakinen bilecek ve ayırt edebilecek denli içeriden yöneticiler kritik yerlerde görevlendirilmişti nitekim. Reşit beyin İTC çekirdek elitlerinin içinden yetiştiğini düşündüğümüzde merkezden gelen emirlerin lafzi ve batıni manalarını çözebilecek bir tecrübeye sahip olduğu açıktı. Valiler bu manada soykırımın hem yorumlayıcısı hem de esas tatbik edicileriydiler.  Bu çerçevede Cevdet Bey’in aşırı şiddeti neyse Reşit beyin aşırı şiddeti de oydu.  Plan, valilere geniş bir hareket kabiliyeti ve özel yetkiler vererek soykırımı valilere zimmetlemişti. Reşit beyin bir farkı kendini hem partiye hem de nezarete kanıtlamak ise diğer bir farkı bir doktor olması hasebiyle mikrop olarak gördüğü bir unsuru vücuda zarar verme pahasına vücuttan tamamen atmaktı.   

İki ayrı siyasi kamp

Beri yandan yazar isabetli bir tespitle soykırım öncesi vilayette iki ayrı siyasi kamptan bahseder.  Yazarın savaşla birlikte iki kampın bölgedeki Ermenileri ezmek ve yok etmek konusunda birleştiğini belirtmesinin altı çizilmelidir.  Şehir içi siyasetin İTC kanadının 1890’lardan gelen anti-Ermeniliği meşhurdu zaten. Ancak şehirdeki Kürt siyasetinin hangi aşamalardan geçerek Ermeni karşıtı bir noktaya savrulduğu kitapta bir muamma. Bir başka deyişle şehirdeki Kürt siyasetinin soykırıma nasıl ikna edildiği, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları kapı komşularını boğazlama derecesine nasıl geldiği yazarın pek de dert edinmediği bir mevzu. Bu manada çalışmanın Kürt milliyetçiliği veya Kürdî siyaset açısından metodolojik bir açmaza düştüğü iddia edilebilir.  Yazarın pek ilgi göstermediği bu mesele hayli önemli. O yüzden birkaç hususun altının çizilmesi kitabın eksik bıraktığı yerlerin anlaşılması için elzem. Diyarbekir’in her daim Kürt siyasetinin kalbi olduğunu düşündüğümüzde bu şehirdeki tarihsel bir kesit anlatılırken Kürt siyasetinin bihakkın mevzubahis yapılmaması yapısal bir sorun. Oysa Kürdistan içinde icra edilen Kürt siyaseti açısından 1910 itibariyle A.Rezzak Bedirhan’ın Tiflis-Van-Xoy üçgeninde Rus siyasetinin paratonerliği içinden örgütleme çalışması yaptığı bilinmektedir. Bu çalışmanın hususen vilayetteki Botan aşiretleri için bir çekim merkezi yarattığı aşikar. Yine Hasan ve Hüseyin Bedirhan’ın da hanedanın hinterlandında aşiretleri yeniden bir araya getirerek konfederal bir düzen için çaba yürüttüklerini biliyoruz. Yine Millili İbrahim Paşa’nın Viranşehir merkezli paralel otoritesinin Diyarbekir surlarına dayandığı da bir vakıa. Yine soykırımın hemen öncesinde Bitlis’te Mela Selim öncülüğünde Kürt elitlerinin İTC’ye başkaldırdığını da görmekteyiz.  Merkezi bir planlamadan yoksun, herkesin kendi gündemi ile yürüttüğü bu parçalı siyasetin belki de tek ortak noktası İTC muhalifliğiydi. Bu parçalı siyasetin anti-Ermeni bir fikriyat sahibi olduğu iddia edilse bile 1913 yılına kadar Ermenisiz bir Kürdistan tahayyül ettiklerini iddia etmek kolay değildir. Zira hem Sasuni11 hem de Jin gazetesi Bitlis isyanı sırasında Kürtlerle Ermenilerin bir ittifak temelinde bir araya geldiğini yazar. Yine soykırım zamanlarında A.Rezzak Bedirhan’ın Ermeni gruplarla Rusların Türkiye politikasında bazı durumlarda karşı karşıya gelse de soykırımdan kaçan Van Ermenilerine yardım ettiği ortada.12  Yine her ne kadar ölümünden sonra çocuklarının soykırıma karıştığına dair çeşitli iddialar varsa da Millili İbrahim Paşa’nın Diyarbekir’e karşı Viranşehir’i alternatif kent haline getirmek için Ermenilere kucak açıp onları koruduğu da bilinmekte. Hüseyin Bedirhan 1913 yılında vefat ederken, Hasan Bedirhan’ın soykırım süresince Botan’da bulunduğunu ve İTC ile uzlaşmak adına soykırım karşısında pragmatik bir rol oynadığını biliyoruz. Bu parçalı siyasetin 1913 yılına kadar Ermenilerle bilhassa Kürd-Ermeni hinterlandının mülkiyeti mevzusunda sert bir rekabet sürdürdüğü vakiyse de Ermenisiz bir Kürdistan hayalleri kurduğuna dair elimizde yeterli veri yoktur. Ne var ki 1913 yılında Balkan Savaşları’yla birlikte radikalleşen sadece İTC değildi. Roji Kurd neşriyatı ve Hevi cemiyeti gibi Kürt siyaset temsilcileri de iç düşman söylemini dolaşıma sokarak Ermeniler konusunda eskatolojik bir tutum takınmaya başladılar.13 Tıpkı İTC gibi Balkan topraklarının Berlin Antlaşmasının 23. maddesi yüzünden elden çıktığına inanıyordu, Kürt elitleri. Bu muhayyileye göre sıra 61. maddeye gelmişti. Yani Kürdistan bir beka sorunu ile karşı karşıyaydı. Kürt siyasetinin önemli temsilcilerinin 1913 yılından itibaren Kürdistan’da Ermeni varlığını bir varlık-yokluk problemi olarak görmeye başladıkları ortada. Ezcümle Ermenisiz bir Kürdistan fikri Balkan Savaşları’ndan sonra Kürtlerin kamu otoritelerinin gündemine girmişti. 

Kürt muhalefeti

Diyarbekir kent merkezindeki Kürt muhalefeti mevzusu hayli çetrefilli bir konu. İTC Diyarbekir Şubesi’nin bir Ermeni avukatın bürosunda kurulduğunu, İTC’nin sonradan önde gelen adamlarından biri olacak Ziya Gökalp’in bu dönemlerde Kürtçe dilbilim çalışmalarını yürüttüğünü düşündüğümüzde yerel ilişkilerin ne denli karmaşık olabileceğini görmekteyiz. Kaiser, Diyarbekir içi Kürt muhalefetini genelde konsolosluk veya misyonların yazışmaları içinden takip etmektedir. Fakat kent içi Kürt muhalefetini domine eden kurum aslında İstanbul’da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’dir. Cemiyet, Kürdistan’ın pek çok yerinde şube açarken en faal şube Diyarbekir Şubesi’ydi kuşkusuz. Diyarbekir şubesinin İTC’nin küstürdüğü eşraf, bey ve ağalardan müteşekkil olduğu bilinmektedir. Bilhassa da eski rejim taraftarı olduğu halde çıkarları meşrutiyet ilanıyla akim kalan şehrin önde gelen imtiyazcıları ile pogrom döneminde Ermenilerin taşınmazlarına el koyan köy sahibi ağa ve şeyhler bu muhalefeti koordine ediyordu. Bir de Pirincizade ailesine muarızlar da bu grubun peşine takılmıştı. Şehir içi Kürt muhalefeti Bedirhanlara ilgisiz, İbrahim Paşa’ya öfkeliydi. O yüzden KTTC’ye iltihak etmişlerdi. Esasında KTTC merkezi düzeyde aldığı kararla Ermenilerle medeni bir şekilde uzlaşacağını cemiyetin tüzüğüne yazmıştı. Yine pogrom döneminde el değiştiren toprak meselesini de suhulet ve yasallık çerçevesinde çözeceğini taahhüt etmişti. Bu minvalde bilhassa EDF (Ermeni Devrimci Federasyonu) yetkilileriyle İstanbul’da sıcak ilişkiler içindeydiler. Ne var ki KTTG gazetesi yayınlarından da görüleceği üzere Ermenilerle ilişkilerin sancılı olacağı da belliydi.14 Şehir içi Kürt siyaseti söz konusu Osmanlıcılık ve Ermeni meselesi olduğunda İttihatçılarla aynı dalga boyundaydı. Bilhassa mebus seçimlerinde şube siyaseti açıkça Ermeni karşıtı bir renge bürünerek, Ermenilerin koyu itirazlarına aldırmaksızın 1895 Diyarbekir pogromunun baş aktivisti Arif Pirincizade’nin yanında yer aldı. Hem merkez hem şube açıkça Arif Bey’in arkasında durdu. Hatta şube bir adım öteye giderek Arif Bey’i 55 bin Kürt tarafından seçilmiş Kürdistan’ın yüce başlı özgürlükçüsü olarak selamladı.15 Cemiyetin merkezi bu selamı alarak Arif Bey’i erbabı hamiyet olarak Kürtlüğün bir taşıyıcısı olarak gördü. Gazete ayrıca Arif Bey’in oğlu Feyzi Pirinçcizade ile de diyalog içinde olup onu Kürt yurtseveri biçiminde taltif etti. Babasının ölümünden sonra mebus olan Feyzi Pirinçcizade vilayet içindeki Kürt muhalefetini modere eden biri olarak etkinlik alanını Bedirhan bölgesine kadar genişletmişti. Ramanlarla kirvelik ilişkileri ve Mardin ile Cizre yolculukları ile edindiği feodal bağlantılar soykırım döneminde hayli iş görecekti. Kaiser’in, soykırımda spektaküler rol oynayan Feyzi Bey konusunda bir başlık açmayı bile düşünmemesi hayli ilginç. Cemilpaşazadeleri ise neredeyse hiç hatırlamaz. Cemilpaşazade Mustafa milis komutanlığı yaptığı halde ismi dahi geçmez çalışmada. Velhasıl Kürt muhalefetinin Diyarbekir vilayetindeki yapısı ile alakalı Kaiser’in çalışması ayaküstü, dışarıdan ve yüzeyseldir.

Yine Diyarbekir sınırları içinde oluşturulan milis alayları, hamsin yapılanması benzeri paramiliter katil oluşumları kitapta neredeyse hiç yer almaz. En az bunun kadar enteresan bir tespit ise yazarın Diyarbakır ve çevresinde organize edilip kurulan seyyar milis örgütlere ‘doğaçlama kurulan örgütler’ nitelemesi yapmasıdır.16 Bunların doğaçlama olmadığını Teşkilatı Mahsusa tüzüğü17 açık bir şekilde kanıtlar. Yine bu türden milis yapılanmaların soykırımda nasıl sofistike rol oynadığını da yazar gözden kaçırır.18 

Yine de bu önemli çalışmada Kürt sosyolojisinin daha soykırıma beş yıl kala nasıl soykırıma meyyal bir hal sergilediğini görebilmekteyiz. Özellikle Yezidi Şarkiyan aşireti ile Milli aşiretinin Diyarbekir eşrafınca bir soykırım provasını andıran şekilde nasıl talan edildiklerini gösteren satırların altı çizilmeli. Bu iki örnekten de gördüğümüz üzere Diyarbekir’deki Kürt sosyolojisi bir kıyamet halini almıştı. Bununla kontrast bir şekilde Kürt siyasetinin kimi temsilcileri de 1913 yılında kıyamet siyasetini gündemine almışlardı.

Hülasa Kaiser’in kitabı Osmanlı bürokrasisinin iç işleyişini ve soykırımı ne şekilde rasyonalize ettiklerini bir vilayet üzerinden bize göstermektedir. Yazarın Reşit Bey’in merkezle senkronize eylemlerini yalnızca onun kötülüğü olarak kayıtlara geçmesi tersinden bir kötülüğün sıradanlığına göz kırpar. Eichman, Kudüs’teki mahkemede Kant okuduğunu belirterek yaptıklarının ödev ahlakı gereği yapmak zorunda olduğu şeyler olarak savunmaktaydı.19 Kaiser ise, Reşit beyin ödev ahlakını aşarak yapmak zorunda olmadığı halde bazı vakalarda haddini aşarak soykırımı pratize ettiğine dikkatimizi çeker. Bu tezin merkezi hükümetin rolünü tali plana indirgemesi dolayısıyla çok şüpheli ve tartışmalı olduğu ortada. Ezcümle Reşit Bey’in rolünü aşırı abarttığı, onu merkeze rağmen neredeyse müstakil bir siyaset kurup örgütleyen olarak resmettiği ve de Diyarbekir’i konu edindiği halde Kürt iştirakine dair pek bir şey söylemediği için çalışmaya ‘Reşit Bey’in Diyarbekir Günleri’ demek mümkün.  

Diyarbakır’da Ermeni KıyımıHilmar Kaiser
Çeviri: Ayşen Gür
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
428 sayfa.